Sunday, May 22, 2016

İçimizden Bir X


Hayatımız hep bu x'leri bulmakla geçti. İşte size bir tane daha. İçimizdeki neyden bahsediyor olabilirim? Ve o kişi kim olabilir ki? Bahsetmek istediğim de tam olarak bu aslında. Belirsiz bir kişi. Hem her yerde olan, ama tam olarak şu kişi diye parmakla gösteremediğin biri. Klasik ifadesiyle "şahs-ı manevi".

Şahs-ı manevi kavramı farklı yerlerde zaten işleniyor fakat ben burada daha farklı bir açıdan konuyu sunmak istiyorum. Bu açı, ahirzaman açısı. Yani, beyazların siyahlara karıştığı, grilerin her tarafı sardığı, hadislerde anlatıldığı kadarıyla pek çok kişinin (maddi-manevi) muhtelif fitnelere kurban gideceği bir dönem. Bunlar öyle fitneler ki, onlar karşısında hakkı savunmak için ayağa kalkmak bile fitneyi daha da körüklemeye yarayacağı için en temizi, bir köşeye çekilmek.

Buna benzer bir ortamın oluştuğu algısı, 19. yy sonlarındaki alimlere her şeyden el çektirmişti. O devirlerde ayakta kalan ve okumuş kesimleri de içerecek şekilde geniş çapta etkili olan tek girişim, iman hizmeti girişimi olmuştu. Her ne kadar bu hizmeti başlatan kişi Said Nursi olsa da kendisi hayatının sonuna kadar şahsını öne çıkartmaktan çekindi. Fotoğrafının çekilmesine, sesinin kaydedilmesine bile karşı çıktı. Pek çok kere onu ziyaret etmek isteyenlere olumsuz cevap verip bunun yerine yazdığı eserleri okuyarak iman hakikatlerini öğrenmelerini tavsiye etti. "Zaman bireyler zamanı değil, şahs-ı manevi zamanı" diyordu ve iman hizmetine adanmış inananların birlikteliğinden oluşan bir şahs-ı maneviyi öne çıkarmayı yeğliyordu. Bu hadiselerin detaylarına inmek değil gayem. Fakat bizim için, hadislerde de belirtilen önemli bir noktaya örnek teşkil ettiği için hatırlanmasında fayda olan bir tutum.

Hadislerde belirtilen önemli konu ne, pekiyi? Okuyalım: "Ümmetimden bir cemaat hak üzere zâhir (dâim) olarak kıyâmete kadar cihad etmekte devam edecektir. Sonra Meryem'in oğlu Îsâ inecek ve Müslümanların emîri ona “Gel bize namaz kıldır” diyecek. O da 'Hayır, Allâh-u Te'âlâ'nın bu ümmete bir ikrâmı olmak üzere sizler birbirinize emirsiniz' buyuracaktır. (Müslim, İman:71, no:156, 1/137, Ahmed ibn-i Hanbel, el-Müsned, no:14726, 5/113)"

Ahirzamanda Hz İsa geldiği zaman müminleri namaz başında buluyor ve aralarında imamlıkla ve/veya başka özellikleriyle sivrilmiş, herkesin onun gözüne baktığı birisi yok. Çok anormal değil mi? Bunun yerine, "birbirinize emirsiniz" şeklinde ifadesini bulan bir belirsizlik var. Fakat bu belirsizlik, bir boşvermişlik, ortada kalmışlık da değil. Öyle bir durum ki herkes, imam olma konumunda; dolayısıyla, herhangi birinin o vazifeyi eda etmesi yeterli. Bu noktada klasik olarak "enaniyetini öne çıkarıp ben-ben dememe" yönüne vurgu yapılır genelde. Fakat buna ek olarak, umuma yayılmış bir vazife şuuru söz konusudur: herkes imamdır! Bu ne demek olabilir?

Bu noktada, çok manidar bir ayeti hatırlayarak düşüncelerimizi derinleştirelim: "Onlar ki: “- Ey Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin süruru (sevinci) olacak iyi kimseler ihsan et ve bizi takva sahiblerine imam (önder) yap.” derler." (Furkan 74). Yukarıdaki hadiste görülen olgu bu ayette de söz konusu. İmam dediğin tek olur! Herkes imam olmaz ki? Ama Kuran, müminlere bu şekilde dua etmeyi tavsiye ediyor! Bu ayetten çıkarılan klasik mânâ, "bizi o kalitede kıl" şeklindedir. Bu doğru olabilir, ama farklı bir şekilde de anlaşılabilir aynı ayet.

Eğer imamlığı bir makam, bir ferd veya sadece namaz kıldıran kişi olarak değil de bir fonksiyon, bir misyon olarak ele alırsanız, herkesin imamlığa terettüb eden vazifeleri yapması pekâlâ mümkün olabilir. Örneğin imamın bir vazifesi hakkı ve hayrı anlatmaktır. O zaman, inananların hepsinin, birbirine hayırhah olması, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmesi (Asr 3) buradan anlaşılabilir. Yine imamın vazifesi, önderliktir. İnsanların yapmaktan çekindiği ama hakk adına yapılması gereken bir iş varsa, ilk adımı atıp örnek olmaktır (Enam 161-165). Bu da yine, toplumdaki tek bir kişi yerine toplumun umumu tarafından üstlenilebilecek bir iştir. Yine imamın vazifesi, tek başına bile olsa, hakkı anlatma ve yaşamada müstakim olmasıdır (Kafirun 1-6). Bu da yine her bir birey tarafından üstlenilebilecek bir fonksiyondur. İşte Kuran'daki ayette ve Hz Mesih'in gelişi ile ilgili hadiste anlatılan hâl budur (Allahu a'lem). Tabi ki bu fonksiyonları belirli bir bireye yıkmadan umumen yüklenecek toplumun, "başımıza biri geçse de işlerimiz düzelse" diyen bir toplum olmadığı da aşikardır.

Şimdi başa dönersek, içimizden bir x ne olabilir? Bir düşünür olabilir; bir lider olabilir; bir bilim adamı olabilir; bir girişimci olabilir; bir sanatkar olabilir vs. vs. vs. Sorun şu ki, daha düne kadar beraber sohbet ettiğiniz ve görüşlerine bin türlü itirazlar getirdiğiniz kişinin fikirleri, bir-iki yıl sonra umum tarafından kabul görürse ve doğru olarak nitelenirse, siz "ben onun ne günlerini biliyorum" deyip kibir yaparsanız ya da herkese katılıp "o, benim arkadaşım; biz çok yakınız, ondan ben de çok istifade ettim" deyip tek adamcılık oyununa soyunursanız, yukarıda anlatılan çizgiden uzaklaşıyorsunuz demektir. Çünkü, ideal olan, hakkı "filanca dile getirdiği için" değil, kim dile getirirse getirsin "hakk olduğu için" kabul etmektir. Hem tek adamlaştırdığınız dostunuza siz de hayırhah olmayacaksanız kim olacak?

Yaşlı dünyamızın soluklarının homurtulara dönüştüğü şu günlerde, biraz olsun nefes almamız, hem şahsi dünyamızda hem de çevremize karşı bu çizgide hareket etmemize bağlı diye düşünüyorum. Yoksa, aynı hatalar çemberinde tekrar tekrar dolanacağız gibi gözüküyor.



Sunday, May 8, 2016

Allah'ın (CC) Zatı Hakkındaki Sorular Üzerine

Rasyonelleşme ile beraber nükseden ve imana yönelik bir "challenge" olan bir husus, aklın ürettiği sorulardır. Challenge kelimesi, Türkçe'de tam karşılığı olmadığı için aynen kullanıyorum. Mana olarak, hem fırsat hem de tehdit niteliği taşıyan bir zorluk. Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda insanların kafası, Allah hakkında sorulan sorulara cevap alınamaması nedeniyle bulanmıştır. Rasyonel sorulara rasyonel cevap ihtiyacı, her ne kadar başlangıçta hazır olmasa da, ilerleyen zamanla birlikte çeşitli dindar düşünürlerin gayretleriyle karşılanmıştır. Risale-i Nurlar'ın içeriğinin bir kısmı, bu soruları direk veya indirek olarak cevaplar.

Ne var ki, imana yönelik sorulara rasyonel cevaplar verilmesi, insanların iman dairesine girmesini gerektirmiyor. Çünkü insanlar, rasyonel oldukları kadar irrasyonel varlıklardır. Dünyaya yönelik heves veya sosyal koşullar vb. nedeniyle, doğru olduğunu bilseler bile insanlar aklın gereğini yerine getirmeyebilirler. Bırakın imanı, sağlık hususunda bile durum böyleyken, gözümüzle görmediğimiz hususlarda niye olmasın ki?

Hevesler ve sosyal koşullara ek olarak bir de akılla beraber gelen gücün neden olabildiği kibir hastalığı vardır. İnsanlar, aklî olarak sordukları soruları bir kibir savaşına dönüştürebilmektedirler. Böyle olunca da, eğer istedikleri cevaplar gelmezse, iman dünyasını "dogma yığını, çöl kanunu, esaret" gibi kelimelerle yaftalayabilmekte, veya, kendisine rasyonel cevap verilse bile onu kabullenmemek için "kaz çevirme" işlemlerine obsesif kompalsif bir dalış sergileyebilmektedir.

İnsanın aklî kibre yakalanmaması için veya aklını kullanarak yanlışa saplanmaması için önemli bir bilgi şudur: insan aklının ürettiği her soru veya önerme, rasyonel olmayabilir. Yani, aklın ürettiği her şey, aklî değildir. Diğer bir ifadeyle, deli olmasanız bile aklınız, doğru basamakları sıralayarak yanlış sonuç bulabilir. Örnek mi?

1=1
1x1=1x1
1x1-1x1=1x1-1x1
(1+1)(1-1)=1(1-1)
(1+1)=1
2=1

Alın aynı kaynaktan (Matematiksel Yanılgı) bir başka doğru (!):


\sqrt{-1} = \sqrt{-1}\Rightarrow 

\sqrt{\frac{1}{-1}}=\sqrt{\frac{-1}{1}}\Rightarrow

 \frac{\sqrt{1}}{\sqrt{-1}}=\frac{\sqrt{-1}}{\sqrt{1}}\Rightarrow

\sqrt{1}\times\sqrt{1}=\sqrt{-1}\times\sqrt{-1}\!\Rightarrow 

1=-1\!

Bir başkası da bu (fallacies in mathematics by E.A. Maxwell)

x=0
x(x-1)=0
x-1=0
x=1
1=0

Aynı eserde yazar, bütün üçgenlerin ikizkenar olduğunun veya bütün üçgenlerin diküçgen olduğunun da ispatını da koymuş. Bunlar, kandırmaca değil. E, peki kandırmaca değilse ne?

Kısaca, sistematik mantıksal çıkarımlardan oluşan matematiğin de bazı kuralları ve o kuralların sınırları var. Daha somut konuşmak gerekirse, bölme işlemi, sıfır sayısında tanımlı değil. Veya iki sayının çarpımının kökünün, o sayıların ayrı ayrı köklerinin çarpımına eşit olması, sadece reel sayılarda tanımlı. Dolayısıyla, her ne kadar mantıklı görünse de, yukarıdaki çıkarımlar, yanlış. Mantıklı ama yanlış!

Bu şu demek oluyor. Akıllı olmanın gereği, akıl makinesini nerede çalıştıracağını ve nerede durduracağını bilmektir. Yani aklın edebini takınmaktır. Bu, soru sormamak manasına gelmez. Sadece, aklımızın, kibirlenecek derecede herşeye gücü yetmediğini kabullenmesi demek.

Şimdi buraya kadar konuştuklarımızı, Allah'ın zatına yönelik sorular kapsamında uygulamaya sokalım. Aşağıdaki tarzda soruları duymuşsunuzdur:

- Allah kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi?
- Allah evreni yaratmadan önce ne yapıyordu?

Bir de bunlar gibi olmayan, daha masum sorular var:

- Allah'ın ihtiyacı yok ama, istese yemek yiyebilir mi?
- Allah her yerde ama istese tek bir yerde olabilir mi?
- Allah kendini yok edebilir mi?

Her ne kadar farklı gözükseler de, bu sorular aslında birbirinin aynısı. Neden mi? Nasıl ki herhangi bir sayının diğer bir sayıya eşitliği yukarıdaki gibi ispatlanabiliyor (!), ve bu sonsuz sayıdaki ispatlamalar aslında tek bir temel yanılgıya indirgenebiliyor (sıfıra bölünme), aynı şekilde, Allah'ın CC zatı hakkındaki bu ve daha başka sorular da birbirlerine denktir, çünkü hepsi tek bir yanılgıya indirgenebilir. Bunu göstermek için, kocaman bir HAŞA parantezinde aşağıdaki masalı dikkatlerinize sunuyorum.

Örneğin Allah'ın kaldıramayacağı taş sorusundan başlayalım. Bilindiği üzere kaldırmak için bir şeyin ağırlığı olması lazım. Ağırlık kavramı da, iki kütlenin (dünya ve diğer obje) birbirini çekmesi ile ortaya çıkar. Uzaya gittiğinizde, ağırlık sıfıra iner. Ağırlık sıfıra inince de, siz bile herhangi bir objeyi "kaldırabilirsiniz". Eğer Allah'ın kaldıramayacağı taşla ilgili düşünmeye başlarsak, otomatik olarak Allah'ın yerçekimine tabi olduğu ve dolayısıyla da O'nun bir kütleye sahip olduğunu kabul etmiş oluruz. Bu durumda da, haşa, "Allah kaç kilo" gibi başka bir soru ortaya çıkar. E, kütlesi varsa hangi maddeden yapıldığını da sırası gelmişken sormak lazım, değil mi! Ama durun durun. Kütleye sahip varlıklar ışık hızına çıkamaz. O zaman ışık Allah'tan hızlı mı? Eğer öyleyse, Allah kendinden hızlı bir şeyi yaratmış oluyor?!?!?! Ya bi saniye; Allah'ın hızı varsa, verilen t1 ve t2 zamanlarındaki konumunu kullanarak O'nun hızı hesaplanabilir. Ama o zaman da Allah her yerde olmamış oluyor; bir anda sadece bir yerde olmuş oluyor!?!? Bir de kara delikler var tabi! Işık bile kara delikten kaçamıyorsa, ve Allah da ışıktan yavaşsa, Allah'ın da kara delikten kaçamaması lazım. O zaman Allah, kendinden güçlü bir varlık yaratmış oluyor!?!?!?!? Hem eğer Allah'ın kütlesi sonsuz ise, onu yutan kara deliğin kütlesi de sonsuza çıkar ve bütün evreni yutar; böyle bir durum olmadığına göre, Allah'ın kütlesi sonsuz değil. Neden sonlu?

Bu masalı uzatabilirsiniz. Fakat sonuç değişmiyor. Bu sorulardan herhangi birisi, otomatik olarak diğerlerine bağlanıyor. Yani "mantıklı" düşünürseniz, bu mantık silsilesi sizi saçmalatıyor. Bundan kurtulmak için, inandığınız ilahın nasıl bir tanrı olduğunu baştan bilmeniz gerekiyor. Eğer O, bütün sıfatları sonsuz olan bir varlıksa, bizim O'nun zâtı (kendisi) hakkında üreteceğimiz sorular ve önermeler, sıfıra bölme yanılgısına denk oluyor; yani yanlış. Bunun nedeni, O'nun, bizim kavramlarımızla açıklanamayacak olmasındandır. Bununla beraber Allah CC, Kendisini tanımamız ve ona yönelmemiz için bize Kendisi hakkında aklî tarifler bildirmiştir. Bu tarifler, muhatabın, yani bizim, anlayış dünyamıza göre yapılmıştır.

"Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir, herşeyden haberdardır." (Enam 103)

Bu noktada yine matematikteki bir teorinin yardımıyla kendi kendimize bir uzaktan bakış çekelim. Gödel'in incompleteness ve inconsistency (eksiklik ve tutarsızlık) teoremine göre, verilen bir sistem aynı anda hem compelete hem de consistent olamıyor. Yani eğer her şeyi açıklayabilen (completeness) bir sistem ortaya koyarsanız, bu sistem, kendi içinde tenakuza düşecektir (inconsistency). Yani aynı şey hakkında iki veya daha fazla öngörü ortaya çıkacaktır. Allah, herşeyi yaratan olduğu için (completeness), O'nu anlamaya yönelik, yani O'nun zatına yönelik, soru ve açıklamalar, kendi içinde zıtlık (incosistency) ortaya koyacaktır; yukarıda gördüğümüz gibi. Allah aynı anda hem sonsuz hem sonlu olmaz. Bu O'nun acziyeti değil, bizim sonlu aklımızın sonsuzluğa bölümünden kaynaklanan bir "fatal error"dur. Öte yandan, eğer Allah hakkındaki her şeyi tenakuza düşmeden (consistency) açıklayabiliyor olsaydık, yine aynı matematiksel teoreme göre, böyle bir Allah, her şeyi yaratan ve sonsuz sıfatları olan biri olamazdı (incompleteness).

Peki madem böyle, neden Allah hakkındaki sorularımız sürekli devam ediyor? Bunun altında, insan Allah'ı bulsun diye içine konmuş hisler yatar. Bu hisler, Allah'ı arar, ona aidiyet geliştirmek ister. Fakat aidiyet geliştirmek için kendimiz gibi bir varlık isteriz. Bundan dolayı da O'nu, kendi dünyamızda şekillenen sorular ve düşüncelerle algılamaya çalışırız. Fakat aslında o nokta, anlamaya çalışmayı bırakıp beraberliğin tadını çıkarmamız gereken noktadır.