Sunday, March 6, 2016

Hikaye-i Nur

Eşya ve hadiselerin üç farklı yüzünü ve varlığın sürekli teşkili, tağyiri, tanzimine şuurlu bir şahit olan insanın vazifesini derk etmek istersen, şu seyahat-i hayaliyeye beraber çıkalım.

İşte deniz kıyısında yavaş yavaş yürüyoruz… Bir yanda martıların rüzgârla süzülüşünü ve alçalıp sudan balık avlamasını temaşa ediyoruz, bir yandan da balık tutmak için saatlerce durduğu yerde duran ve oltasına takılacak balıkları intizar eden insanların yanından geçiyoruz. Namaz kılarken ayakta durma süresi 2 dakikaya ulaşınca uflayıp puflamaya başlayan bizlerin başka hususlarda nasıl da sabırlı davranabildiğini görüp kendi kendimize tuzlu bir fatura çıkarıyoruz. Daha sonra ileride, temel bazı egzersiz ve esneme hareketlerini yapan birini görüyoruz. Yaptığı işe olabildiğince konsantre olmuş ve etrafındakilerden soyutlanmış gibi bir hali var. Bu kişi, az yakınındaki, belediye tarafından dikilmiş ve genellikle kilo vermek isteyenlerin kullandığı aletler yerine sadece kendi vücudu ile çalışıyor ve kilo vermek gibi bir ihtiyacı da görünmüyor. Bu kişiyle kısaca muhabbet etmek için yaklaşıyoruz. Karşılıklı selamlaşmadan sonra:

- Sporu düzenli yapıyorsunuz galiba! Sağlıklı olmak için şart, değil mi?

- Elimden geldiğince düzenli yapmaya çalışıyorum. Ama sadece sağlıklı bir vücut için değil.

- Başka ne faydaları var?

- Düzenli olarak yapılan spor, aynı zamanda hafızayı da canlı tutar. Böylece Kuran ezberlememe yardımcı oluyor. Ayrıca spor, yenilikçi bir zihnin fizyolojik alt yapısını oluşturur. Orijinal fikirler yakalamak, sıra dışı gözlem ve tespitler yapabilmek için de spor gerekli. İnsanın Allah’a şükrüne ve O’nu tesbihine sekte vuran ülfet bulutlarını dağıtmanın etkili bir yolu bu. Mesela Allah’ın Rabbaniyetini, Mükemmil ve Münazzım oluşunu, Kadim ve Mukim isimlerini sözlük manasının ötesinde hissetmenin bir yolu, tek ayak üstünde, farklı pozisyonlarda denge sağlamaya çalışmaktır. Gitgide daha zor pozisyonlarda ve daha uzun sürelerde denge sağlayarak, Allah’ın sizin vücudunuza koyduğu çekirdekleri yeşertmesini, ve onları mükemmelleştirmesini an be an gözlemlersiniz. Böylece, akıl almaz alemlerde dengenin kurulmasının ne kadar hayretengiz olduğunu, bu işlerde tecellilere mazhar olan her bir hücrenizle tadarsınız.

Bu kişiyi Rabb’iyle baş başa bırakıp yolumuza devam ediyoruz. İlerilerde denize nazır bir pastanede oturup, bir çay ve biraz da tatlı söylüyoruz. Duvarda asılı olan sulu boya çalışmaları dikkatimizi çekiyor. Biraz sonra çayımızı getiren kişiye teşekkür ettikten sonra sohbete başlıyoruz.

- Duvardaki resimler çok enteresan. Nereden satın aldınız?

- Satın alma değil onlar. Şahsi çalışmam. Bu pastanede çalışan herkesin sanatsal bir uğraşı da vardır. Fonda çalan müzik de, mesela, diğer çalışanların kendi kayıtları. Sandalyelere dikkat ederseniz, hiç birinin üstündeki oymalar aynı değil. Her birisi, yine bir arkadaşımızın el emeği. Yere döşenmiş karoların üstündeki desenler de aynı şekilde tek tek uğraşıldı ve hiç biri diğerlerinin aynı değil.

Bu sözleri duyunca, bir yandan böyle ender ve nazik bir ortamda bulunmanın hayretini zevk ediyor bir yandan da bu sanat eserlerinin üstüne bastığımız ve oturduğumuz için utanıyoruz.

- Bir sergi açsanız ya da bunları ticarileştirseniz çok karlı olurdu sizin için!

- Belki! Ama bunları yaparken bizim gayemiz, ticari bir iş yapmak değil veya birilerine bir şeyleri ispat etmek değil. Bize hediye edilen kabiliyetlerin yeşermesi ve meyve vermesi, o kabiliyetlerin asıl sahibini memnun edeceği için yapıyoruz. Bu eserlere bakanlar, o sanatların tabiattaki asıllarına yönelsinler ve bizim de yaratıcımız olan asıl Sanatkârı takdir etsinler diye yapıyoruz. Ve biz, bu sanatları yaparken, kendi Sanatkarımızın sanat icra etmesini hisseder gibi oluyoruz.

Bu sözlerin ardından kısa bir gülümseme ile bu kişi bizi ikramlarımızla baş başa bırakıyor. Önüne konan yemek karşısında ağzını açmaktan bile aciz bir bebek gibi kalakalıyoruz. Korka korka ağıza götürülen bir lokmadan sonra gözümüz dışarıda bekleyen kamyonete takılıyor. Arkasındaki çimento ve karo taşlarına bakılırsa bir tadilat için oradalar. Etrafta tadilat gerektiren bir şeyde görünmediğinden yine sorma ihtiyacı hissediyoruz.

- Bakar mısınız? Bu kamyonetteki malzemeler ne için?

- Pastanemizin bir kısmı yıkılıp, onun yerine, başka bir kısmına ek yapılacak?

- Niye ki? Burada kötü veya eksik olan bir şey göremiyorum, ben!

- Zaten kötü veya eksik olduğu için değil. Bu pastanenin kurulu olduğu alan miktarı sabit, ama konumu sabit değil. Bir tarafı yıkılıp başka bir tarafına ekleme yapma sureti ile etrafındaki bahçe içerisinde her sene yavaş yavaş kaydırılır. 50 senelik bir devir süresi var. Yani ancak bundan 50 sene sonraki müşterilerimiz aynı yerde misafir olabilecekler. Ama onlar da aynı pastaneyi bulamayacak, çünkü içindeki karolardaki sanatlar farklılaşmış olacak, çalınan müzikler değişmiş olacak!

Verilen bu açıklama karşısında bir kere daha afallıyoruz. Ama bir soru hala cevapsız bir şekilde kafamızda yankılanıyor:

- Ama neden?

- Çünkü biz, yaptığımız eserlerin sabit kalması ile insanların gözünde bir perdeye dönüşmekten korkarız. Hem biz, yaptığımız eserlere karşı insanların duydukları hayranlığa saplanıp kalmaktan da korkarız.

- Bu kadar hassasiyet tamam da, peki bunun maddi karşılığı nereden geliyor?

- Bu pastane, sadece bir pastane değil. Aynı zamanda bir müze, bir konser salonu ve bir model vazifesi de görüyor. Sürekli buranın fotoğrafları çekiliyor ve dergilerde, kitaplarda yayınlanıyor. Burası bir rehabilitasyon merkezi vazifesi de görüyor, hastaneler düzenli olarak burayı kullanıyorlar. Bunların haricinde, bir de bu projeyi destekleyenlerin bağışları var.

- Ne yani? İnsanlar ertesi sene yıkılıp gidecek bir şey için mi bağış yapıyor?

- İnsanlar, yıkılıp gitmesi kat’i olan ve kendilerinin ne kadar yaşayacağı belli olmayan bu dünya hayatı için onca yatırımı yaparken, böyle ihlas eksenli ve sonsuzluk istikametli bir projeye birilerinin yatırım yapması niye garibinize gidiyor ki?

Orada öylece kalakalıyoruz. Sanki beynimizin içi aynı anda hem soğuktan donuyor hem de sıcaktan kaynıyormuşçasına garip bir hale bürünüyoruz. O sırada, bizimle ilgilenen kişi birkaç adım atıp, kısıkça bir sesle bir çay daha getirilmesini iletiyor mutfağa. Fakat o kısık ses, her yerde yankılanıyor. İçerisinin akustik dizaynı, bir kez daha bizi hayret dalgalarına gark ediyor. Fakat o da ne, hemen yanı başımızdaki duvarda bir pencere aralanıyor ve oracıktan sıcak bir çay uzatılıyor. O pencere tekrar kapandığında, içimizi bir korku kaplıyor. Acaba biz deliriyor muyuz, yoksa burada bir oyun mu çevriliyor?

Sorgulayan bakışlarımızı, az önce bizimle ilgilenen kişiye çevirecekken onun artık yanımızda durmadığını fark ediyoruz. Fondaki müziğin sesi de yavaş yavaş kısılıyor. Dışarıya nasıl da sessizce gelip park etmiş olan kamyonet aniden büyük bir homurtuyla hareket ediyor. Derken önümüze küçük bir tabakta fatura kâğıdı konuyor. İçimizdeki şüpheci hislerin az önceki eşsiz dünyayı değiştirmiş olması ihtimali ve bundan doğan suçluluk duygusundan kurtulamıyoruz.

Çabucak ödemeyi yapıp dışarı çıkıyoruz. Yeterince uzaklaşınca geri dönüp orayı incelemek için seri adımlarla ilerideki otobüs durağına yöneliyoruz. Bir yandan da acaba oraya tekrar gitsek aynı orijinal tecrübe bizi kuşatır mı yoksa son anda dışa vurduğumuz şüpheci bakışlar peşimizi takip eder mi diye de düşünmeden edemiyoruz. Otobüs durağına geldiğimizde çaktırmadan süzmeye başlıyoruz, o pastaneyi. Az önce hayalimizden fışkıran “acaba bir halüsinasyon mu gördüm, acaba hala orada mıdır” endişeleri kayboluyor. Hala orada!

Derken otobüs durağının camına yapıştırılmış bir seminer ilanına takılıyor gözümüz: “Matematik icad mı ediliyor yoksa keşif mi ediliyor?” Posterde, pi ve e sayılarının ve altın oranın doğadaki uygulamalarına örnekler sergileniyor. Sanki diyorlar ki matematik zaten var olan bir düzenin insanlar tarafından keşfinden ibaret. Aynen, pastanedeki sanatların, doğada zaten var olan güzelliklerin keşfinden ibaret olması gibi! İçimizi bir sevinç kaplıyor. Projeye bağışta bulunmak için tekrar pastaneye yöneliyoruz…

İçeri girerken, kapının hemen yanı başına hat sanatı ile nakşedilmiş olan şu satırlar dikkatimizi çekiyor:


“Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki: Acib bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizâmından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar…”

Saturday, March 5, 2016

Görünmez Işıma


Hızlı hızlı üniversiteye doğru yürürken, yolun ortasında duran bir amcaya gözüm takıldı. Ne yapıyordu öyle asfaltın üzerinde çömelmiş? Her ne kadar işlek bir cadde olmasa da burası, her an bir arabanın altında kalabilirdi. Tatlı bir şekilde onu uyarmak istedim:

-          Ne yapıyorsunuz amca öyle yolun ortasında?

-          Karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir solucana yardım ediyordum.

Erken saatlerde yağmur yağmıştı. Böyle olunca da, her zaman olduğu üzere, solucanlar soluğu toprağın yüzeyinde almıştı ve etrafın kurumasıyla birlikte bir kısmı, farkında olmadan, uçsuz bucaksız, taştan yapılmış yüzeyler üstünde kalakalmıştı. Demek ki bu durum, amcanın gözünden kaçmamıştı. Ama o, üzülmekle yetinmeyip aksiyona geçmişti. İçimden “gariplere müjdeler olsun” hadisini geçirdim ve gülümsedim.

-          Allah da size merhamet etsin, dedim.

Amca, manalı manalı kafasını sallarken onu baştan aşağıya bir süzdüm. Günün erken saatlerinde işe gitmesi beklenen bu adamın, hiç acelesi yokmuşçasına bir solucan için bu kadar vaktini harcaması garibime gitmişti. Bu arada, az önce kendisi için yaptığım hayır duasını almak hoşuna gitmiş olacak ki, amca muhabbeti devam ettirdi:

-          Amin; Allah hepimize merhamet etsin. Öğrenci misin?

-          Evet. Üniversiteye gidiyorum. Siz ne iş yaparsınız?

-          Gezginim.

Eğer üç yüzyıl önce yaşıyor olsaydık, bu cevap hiç garibime gitmezdi ama bugün, gezginlik diye bir meslek mi kalmıştı? Dünyanın her yerinin neredeyse karış karış bilindiği bir ortamda ancak, dergilere fotoğraf çekenler ya da muhabirler vs. meslek icabı gezerdi; ve onlara da gezgin denmezdi. Yine de bozuntuya vermek istemedim.

-          Nereleri gezdiniz?

-          Yıldızları, gezegenleri, ormanları, denizleri, hücrelerin içini…

-          Bu bir şaka mı, deyip gülümsedim.

-          Şaşırma, şaşırma. Kâinattan Halık’ını soran bir seyyahın gitmediği, gidemeyeceği yer olur mu?

Bu amca, oldukça enteresan birine benziyordu. “Kim bu adam” diye aklımdan geçirmeye başladım. Çok yaşlı olsa, masal anlatmayı seviyor herhâlde diyeceğim, ama değil. Şuuru yerinde olmadığı için ne dediğinin farkında değil desem, öyle bir görüntüsü hiç yok. Bu düşünceler arasında git-gel yaparken, cebinden bir kitap çıkardığını gördüm.

-          Bu kitabı tanıyorsundur.

-          Evet. Haşir Risalesi.

-          Bu eseri özel yapan nedir biliyor musun?

-          Ölümden sonra hayatın varlığını aklen ispat etmesi?

-          Eksik söyledin. Aynel yakîne yakın bir ilmel yakîn ile ispat etmesi.

-          Yani?

-          Yani neredeyse gözünle görmüş gibi bir imana giden bir yol açması. Sen hiç gördün mü ölümden sonra dirilmeyi?

-          Hayır!

-          Kâinattan Halık’ını soran seyyah da görmedi. Ama Kur’an’da geçen “Ey iman edenler, iman edin” hatırlatmasını düstur edinip sürekli yeniden Allah’ı bulmaya çalışıyor. Ve her buluşunda da, O’na yeniden kavuşmanın sevinciyle, sevildiğini hissediyor, ve “seven, sevdiğini sonsuz yokluğa terk eder mi hiç” deyip ölümden sonra dirilmeye yakîni artıyor. İşte Haşir Risalesi, böyle hatıraların yaşandığı bir yolculuğun hikâyesi.

Beklenmedik bir cazibeyle akan, hayat suyu gibi bu sözler karşısında olduğum yere çakılmıştım.

-          Diğer risalelerde de, farklı seyahatlerin hatıraları var. Soluya soluya bir türlü doyamadığımız hava gibi, tekrar tekrar çıkılan imânî keşif yolculukları. Niye bu defalarca çıkılan iman yolculukları, biliyor musun? Çünkü mü’min demek, iman eden demek; yani hayatının belli bir noktasında atılan bir imza gibi değil de sürekli yapılan bir fiil, bir meslek olarak, iman eden demek. Her gün balık tutan balıkçı gibi, her gün koşan sporcu gibi, her gün ders veren öğretmen gibi, hayatının her dönemecinde yeni bir iman serüvenine koyulan bir ferd…

Bu sözleri duyunca, içimde bir şeylerin kaynamaya başladığını hissettim. Sanki yeni mü’min olmuşum gibi bir hal sardı içimi; bir yanardağ gibi, her an gözlerimden, kulaklarımdan tarifi imkânsız bir sevinç fışkırabilirdi. Ciddiyetimi bozmamak için kendimi zor tutuyordum, ama bir gülümseme sızıverdi dudaklarımdan.

-          Söyle bakalım, diye devam etti amca. Gizli olan şey nur saçar mı ve nur saçan şey gizli kalır mı?

-          Hayır, dememle birlikte içimdeki coşku, yerini meraka terketti.

-          Peki neden Allah CC gözlere gizli olduğu halde Nur Suresi’nde kendini yerin ve göklerin nuru olarak tanıtıyor? Burada bir zıtlık yok mu?

-          Allah’ı görmek kalp gözüyle olmaz mı? Yani gözlerin göremediği ama kalplerin gördüğü bir nur.

-          Sana bir sır vereyim mi? İşte bunda, imanın sürekli yenilenmesine hizmet edecek bir düstur saklı!

Durup düşündüm birkaç saniye… Allah’ın, yerin ve göklerin nuru olması, gözle değil kalple görülüyor olması ve bunların iman hizmetiyle alakası… İman ve nur deyince, Aklıma 23. Söz’deki, karanlık bir ortamda köprüden geçen yolcunun durumu geldi. Elindeki feneri kırınca her yer aydınlanıyordu. Ama bunun, sorunun cevabıyla bir alakası var mıydı? “Bilmiyorum” diye cevap verecektim ki, amca yine söze daldı:

-          İnsana Halık’ını tanıtan en büyük muarrif kimdir bilir misin?

-          Efendimiz SAV ?

-          Hayır!

-          Hayır mı? … Kuran?

-          Hayır!

-          Kainat?

-          Hayır! Bizzat Halık’ın kendisi! Fakat O, bu saydığın farklı dillerin hepsi ile konuşur. Yeri, göğü dolduran kelamı ile bize Kendini anlatır. Anlatır ama, görünmez. İşte sana hem gizli hem de gürül gürül ışıyan hakikat. Buna, iman hizmetinin bir düsturu olarak Nurlar’da ne denir bilir misin? Gizli ışıma!

-          Gizli ışıma mı? Hiç öyle bir tabir okumadım Risaleler’de.

-          Sırran tenevverat!

-          Yani az önce bahsettiğiniz sır, sırran tenevverat mı, deyip gülümsedim, çünkü bu kavram daha farklı bir konuya aitti, bildiğim kadarıyla. O yüzden tekrar sordum:

-          Bu düstur, iman hizmetine karşı düşmanlık besleyenlerin şerrinden korunmak için değil miydi?

-          Sana anlattıklarımın düşmanlarla bir ilgisi var mı?

Hakikaten, Allah’ın CC Kendisini gizli ama gürül gürül anlatması şeklinde hiç düşünmemiştim, bu “üç büyük muarrif” meselesini! Hele bunun bir de, sırran tenevverat kavramının bir izdüşümü olacağını! Kafamdaki paradigmalar, mantıklar aniden sarsılmıştı. Aklım sanki bir an elektrik kesintisine uğramıştı. Gözlerim amcanın gözlerine kilitlendi.

-          Bizzat Celcelutiye’de bu tabirin geçtiği yerde, Allah’ın nurunun gizli gizli parladığı dile getirilir. Gizli ışıma, yani!

Duyduklarım nedeniyle hayret semasında beklenmedik bir şekilde pervaz ederken, aklıma takılan bir soru beni tekrar dünyaya çekti:

-          Peki, iman hizmetinde sırran tenevverat nasıl oluyor?

-          23. Söz’de geçtiği şekliyle oluyor. Yani, iman hizmetinin edeblerinden bir edeb.

-          23. Söz mü? Orada sırran tenevverat kavramın geçtiğini hiç sanmıyorum!

Amca, hafif gülümseyip devam etti.

-          Orada, iki dağ arasındaki köprüden geçen yolcunun elinde bir fener var. O fenerdeki sorun neydi?

-          Azıcık verdiği ışığa mukabil asıl aydınlıktan mahrum ediyor olması.

-          Nasıl oluyor da kendisi ışık kaynağı olduğu halde aydınlıktan mahrum ediyor, peki?

-          Bilmem! Nasıl oluyor?

-          Kendini o yolcunun yerine koy. Karanlık bir ortamda olsan, elindeki tek ışık kaynağından kurtulmak ister misin?

-          Tabi ki hayır.

-          Yani elindeki o fener, sebepler açısından bakınca, tutunman gereken şey oluyor. Hâlbuki fark etsen ki elindeki, bir ışık kaynağı olmaktan ziyade, daha büyük bir ışık kaynağını açan bir anahtar; televizyonun kumandası gibi. O zaman durum değişir mi?

-          Tabi ki evet.

-          Bak şimdi, bunun gerçek hayattaki örneğine. Efendimiz’e SAV, “kul bir peygamber mi sultan bir peygamber mi olmak istersin” diye sorulduğunda, sebepler açısından bakarsan, daha çok iman hizmetine vesile olacağı için sultanlığa sarılması beklenirdi. Hâlbuki o, sultanlığı reddetti, kul peygamberliği tercih etti. Aynen, az önceki temsildeki yolcunun, elindeki feneri kırması gibi. Efendimiz kendini sır haline getirdi ki, O’nun CC nuru görünsün.

Demek ki Cebrail AS, bu seçimin yapılması sırasında edebi tavsiye ederken, iman hizmetinin edebi olarak sırran tenevverat yoluna işaret etmişti. Haddi zatında, buna paralel bir kavramı sürekli duyuyorduk son zamanlarda:

-          Yani Efendimiz, kendini sıfırlama yolunu seçmişti demek istiyorsunuz!

-          Aynen öyle. Şimdi, elindeki feneri bırakmayan yolcuyu düşün; kendini sıfırlamayan ama iman hizmeti yapan biri. Bir insan, bile bile böyle bir yanlışı yapmayacağına göre onu, farkında olmadan kendini sıfırlamamaya iten ne olabilir?

-          İman hizmetinin yerine gelmesi için “sebeplerin gerektirdiklerine kilitlenmesi” ? Ama burada hata nerede? Hep demiyor muyuz “Sünnetullah’a riayet etmediğimiz için bu hallere düştük” diye?

Gerçekten de dinlediğimiz bütün sohbetlerde, okuduğumuz bütün kitaplarda bu mesele bu şekilde anlatılıyordu. Yani, Müslümanlar olarak sebeplere riayet etmeyi bırakmamızın cezasını çekiyorduk. Bundan kurtulmanın yolu da, sebeplere riayet etmekten geçiyordu. Ayet demiyor muydu: siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah da sizi değiştirmez?

-          İtirazında haklısın; hep sebeplere riayet etmeye çağrılırken şimdi tam tersi şekilde anlaşılabilecek bir şeyler geliyor önüne. Bak şimdi! Kendini sıfırlamadan iman hizmeti yapan bir insan, sebeplere riayet ederek hizmetini yapsa ve beklediği neticeler de gerçekleşse ve bu riayet-gerçekleşme dairesi deveran ederken diğer herkes de o kişiyi, model bir hizmet eri olarak takdim etmeye başlasa ve bu hizmet eri gibi amel eden başka kişiler de aynı şekilde bekledikleri neticeleri elde etseler n’olur?

-          Bilmem?

-          30. Söz’ü hatırla. Kendini sıfırlamayan bir ene, başka varlıklara da bir pay verir. Yani kendini sıfırlamayan kişi, sebepleri de sıfırlamamış demektir. Bu durumda da, “sebepler makinesine” koyduğu “cüz-i irade malzemelerinden” elde edilen mamulleri alıyor gibi olur. Her ne kadar mantıkî çerçevede sünnetullah’a uymak tabiri kullanılsa da, Allah’a duyulması gereken minnet, sevgi ve şükran, sebepler makinesi tarafından sekteye uğratılmış olur. Bu ise, iman hizmetinin asıl gayesi ile taban tabana zıt.

-          O zaman iman hizmeti yaparken sebeplere riayet etmeyecek miyiz?

-          Yapılması gereken, sebepleri, asıl hüviyetine uygun kullanmak. Onlar, Rabb’imizin vaz ettiği bir isteme edebi. Yani, “isterken böyle isteyin” diye bize akıl diliyle öğretiyor Rabbimiz. O zaman bize düşen, edebine uygun şekilde istemek; yani esbaba riayet etmek. Aynen Celaleddin Harzemşah’ın yaptığı gibi. Yoksa, aklın nazarında insanlarla sebepler makinesini başbaşa bırakan bir sünnetullah anlayışı, iman hizmetinin ruhuna muhalif düşer. Halkın nazarındaki böyle bir hatadır ki Hz. Halid’in komutanlıktan azledilmesine zemin hazırladı.

-          Yani “izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden”.

-          Güzel söyledin.

Kendini sıfırlamak kavramı ile sebeplere doğru bir şekilde riayet arasında böyle ince bir ilişki olabileceğini hiç düşünmemiştim. Kendini sıfırlamak, manevi hayatımızla ilgili bir zirveydi aklımda. Sebeplere riayet ise maddi dünyada yaşamanın olmazsa olmaz şartıydı. İlki, belki de hiç ulaşılamayacak bir gayeyi, ikincisi ise hiç vazgeçilmeyecek bir zemini teşkil ediyordu bana göre. Ama şimdi anlıyordum ki iman hizmeti bağlamında, bu ikisi arasında tek-yumurta ikizi ilişkisi vardı. O ilişkinin bozulması ise, sebepler perdesinin katılaşmasını, kalınlaşmasını netice veriyordu. Yani “sırran tenevverat”ın zıttına “alenen tezallemet” oluyordu. Yine de aklımda son bir nokta kalmıştı, hala cevap bekleyen:

-          O zaman kendimizi sıfırlayamadıysak, iman hizmeti yapmayacak mıyız?

-          Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. En azından niyet doğru tespit edilirse ve insan sürekli kendini bu konuda murakabeden geçirip tövbe yolundan ayrılmazsa, Allah’ın rahmetinden umulur ki Kendine doğru yola çıkan kullarını yolda bırakmasın.

-          Ama, tövbe etmek için, hatanın farkına varılması lazım. İman hizmeti için sebeplere riayet perdesi arkasında kendini veya sebepleri sıfırlayamama hatasına düşen biri, bu durumun farkına nasıl varacak? Neticede kendini sıfırlamamaya çalışmıyor; aksine, kendini tamamen iman hizmetine veriyor. Kendini veya sebepleri sıfırlamanın ya da sıfırlamamanın göstergesi nedir?

-          Bir teleskop düşün; onun merceğine bakan kişi doğru odaklanırsa, yıldızları görür, ama odaklanma hatası yaparsa, merceğin kendisini görür. İman hizmetine vesile olan fertler ve onların yaptıkları, iman hakikatlerinin görülmesi için birer teleskop mesabesindedir. Eğer onlar yeterince şeffaf olamazlarsa, göstermek istedikleri hakikatler yerine bizzat kendileri görünürler. Bu da, 30. Söz’de anlatılana benzer bir şeffafiyet sorunu demektir. Yani yeterince sırran olunamıyor demektir. Böyle olunca da, elde edilen neticelerin arkasında, yapılan fedakârlıklar, organizasyonlar görünür. Takdirler ve teşekkürler de yine aynı fertlere takılır. Ki bu hatayı, o fertlerin bizzat kendileri de yapabilirler.

-          O zaman iman hizmetine vesile olan kişilerin, mümkün olduğunca görünmez olması gerekiyor ki ne kendileri ne de muhatapları asıl ışık kaynağından mahrum olmasın.

-          Barekallah! Bizim vazifemiz “sırran”. “Tenevverat” ise O’nun hakkı.


Amca sırtımı sıvazladı, bana bir veda gülümsemesi gönderdi ve sokağın köşesini dönüp gözden kayboldu.

30. Söz Soru Bankası

Kendimi hayal ediyorum: Rabbül alemin’in teklifi karşısında, gökler, arz ve dağlar titriyor ve geri adım atıyor. Daha sonra ben dahil insanlara aynı teklif geliyor, ve “ben bunu yapabilirim” diyerek diğer insanlarla birlikte atılıyorum öne… Cahil cesaretinin daha büyük örneği olamazdı heralde.

30. Söz karşısındaki durumumuz da benzer bir hali çağrıştırıyor sanki. İlk bakışta, insanlara kibirlenmemeyi ve Allah’a kul olmayı, yaratılışı sadece ve sadece Allah’a vermeyi öğütleyen bir risale. Anlaşılmayacak bir tarafı yok. Ama bu risalenin içinde bir de uyarı var:

Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakîkaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insâna ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat’ın künûz-u mahfiyyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mâhiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.
Yani, görüntüdeki kolaylık aslında aldatıcı. Görünenin ötesinde daha çok hazineler var, ama kilitleri açmasını bilene. İyi ama kilidi açmak için önce kilidi görmek lazım. Ene bahsindeki kilit ne? Ya da daha oturaklı sormak gerekirse, ene bahsinin enesi ne?
Öte yandan, ilerleyen sayfalarda deniyor ki:

İşte bak: Âlem-i insânîyyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insânîyyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yâni: Silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip itâat ederek hizmet etmişse; âlem-i insânîyyet, parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.
Ardından da bunun örnekleri veriliyor. Özellikle son birkaç yüzyıldır, felsefe ve nübüvvetin ittifak etmediğini biliyoruz. Buna göre Müslüman ülkelerin hayr-ı mahz olmalarını beklememiz gerekir. Ama öyle değil?!?! Haydi diyeceğiz ki Müslümanların her özelliği Müslüman değil. Ama en azından, yukarıdaki paragrafa göre Batılı ülkelerde şerr-i mahz beklenirdi, fakat o da öyle değil?!?! Batılıların her özelliğinin kafir olması gerekmez diyeceksek eğer, yukarıdaki gibi siyah-beyaz anlatımın manası ne o zaman? Gerçek hayatla bağlantısı olmayan bir soyutlamadan mı ibaret, bu tasvir? Yoksa bizim göremediğimiz daha derin bir mana mı var?

Birinci Maksad’ın sonuna gelindiğinde ise, “Geçen hakîkatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayâliyye sûretinde … bir vâkıa-i mîsâliyye” anlatılıyor. Bu noktada üç adet bilgi veriliyor: 1) Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması, 2) Bu vâkıa-i mîsâliyyenin, Eski Said’in Yeni Said’e geçiş sürecinde görüldüğü, 3) Fatiha suresinin sonunda gelen üç yola işaret ettiği. Bu üç nokta ile ilgili cevabı net olmayan pek çok soru ortaya çıkmakta.

Öncelikle, Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması ne demek? Benzer bir ifade 24. Söz’de de geçiyor. Orada Üstad Hazretleri, “Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun…” diyerek Eski Said hakkında bir tespitte bulunuyor. Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması ve esbaba dalmış olması noktalarını birleştirip, felsefe yolu hakkında Üstad’ın bu vâkıa-i mîsâliyyeden önce anlattıklarını hatırlarsak, Eski Said hakkında nasıl bir teşhis koyacağız? Eski Said, esbabperest miydi? Ama biliyoruz ki Bediüzzaman, hayatı boyunca İslam için bütün varlığını ortaya koymuş bir dava adamıydı. O zaman Eski Said hakkında Üstad’ın söylediklerinin manası nedir? Tevazu deyip topu taca mı atacağız? Kendisine günah isnad ederek tevazu yapan görülmüştür ama kendisine şirk isnad ederek tevazu yapan???

İkinci olarak, anlatılan hikayede, yeryüzünün kasvetli, havasız, karanlık bir tarafından ferah, havadar ve nurani tarafına yapılan üç yolculuk ele alınıyor. Bunun Eski Said – Yeni Said dönüşümü ile alakası nedir? Her üç yolculukta da Üstad Hazretleri, kendisine Kuran’dan verilen birtakım aletler veya araçlardan bahsediyor. Eski Said bu araçlara sahip değil miydi? Bildiğimiz kadarıyla, Üstad’ın dönüşümü sırasında ve Yeni Said sürecinde daha önceden okumayıp da ilk defa okuduğu bir eser olmadı. O zaman bilgi dağarcığında bir değişim olmadığına göre, bu araçlar neydi? Rasyonel ispatlar sunma ve dini ve bilimsel bilgilerin beraber kullanımı da olamaz, çünkü bu iki metodu Eski Said de kullanıyordu!

Üçüncü olarak, Fatiha suresinin sonundaki üç yoldan ikisi dalalete sapanlar ve gazaba uğrayanlar, sadece birisi nimetlendirilenler. Fakat, Üstad’ın anlattığı hikayede her üç yolda da nimetlendirilme noktasına çıkış söz konusu! Bu konuda belki, hikayenin ardından verilen ipuçları yardımcı olabilir. Dalalete sapanların tabiiyyun olup dünyanın içinden giden yolculuğa işaret ettiği, gazaba  uğrayanların esbabperestler olup dünyanın etrafından yolculuğa işaret ettiği ve son olarak nimetlendirilenlerin Kuran ehli olup göklere yapılan yolculuğa işaret ettiği söyleniyor. Fakat bu bilgi baştaki sorumuzu, yani her üç yoldan da kurtuluşa nasıl çıkılabildiğini, cevaplamamakla birlikte yenilerini getiriyor. Eğer sadece son yol Kuran ehlinin yolu ise ilk iki yolculukta Kuran’dan verilen aletler ne oluyor? Ayrıca, Kuran’ın hak yol olduğunu söylemek ve tabiat veya esbab üzerinden şirke bulaşmanın yanlış olduğunu anlatmak için böyle bir hikayeye ne gerek var ki? Şirkin yanlışlığını herkes biliyor! Son olarak, eğer sadece son yol Kuran ehlinin yolu ise ve Eski Said’in yolu esbabla bulaşık ise, Eski Said’in ikinci seyahatteki gazaba uğrayanların yolunda olması gerekiyor. Ama Eski Said’in ehli Kuran olmadığını kim iddia edebilir?

Vâkıa-i mîsâliyyenin içeriğine baktığımızda ise pek çok semboller görüyoruz. Bunların az bir kısmı hakkında bilgi var ama çoğu muğlak bırakılmış. Ve bu açıklanan ya da açıklanmayan manaların ene bahsi ile alakası da keşfedilmeyi bekliyor. Mesela, kasvetli tarafın imansızlığın izdüşümlerini içeren bir hali ve ferahfeza tarafın, imanın izdüşümleri içeren bir hali simgelediği anlaşılıyor. Ama dünya neyi simgeliyor? Yeraltından gitmek ile tabiatperestliğin alakası nedir? Kayalar ve karanlık neyi simgelemektedir? Kuran’ın hazinesinden verilen kayaları parçalayan alet ile karanlıkları aydınlatan alet ne oluyor? Aynı şekilde, ikinci yolculuktaki deniz ne manaya gelmektedir? Deniz ile esbabperestliğin alakası nedir? Fırtınalar neye işaret etmektedir? Ve Kuran’dan verilen seyahat aracı nedir? En sonda ise, her yerde görülen asansör gibi araçlar neye işaret etmektedir ve onlarla göğe yükselmek ne manaya gelmektedir?


Kim bilir belki de bu soruların cevaplarını bulabilirsek, Üstad’ın hayatında olduğu gibi biz de kendi hayatımızda çok daha derin bir kulluğa doğru yelken açmanın sırrını öğrenebiliriz. Cevapları bulan varsa, herkesle paylaşsın.