Eşya ve hadiselerin üç farklı yüzünü ve varlığın sürekli
teşkili, tağyiri, tanzimine şuurlu bir şahit olan insanın vazifesini derk etmek
istersen, şu seyahat-i hayaliyeye beraber çıkalım.
İşte deniz kıyısında yavaş yavaş yürüyoruz… Bir yanda
martıların rüzgârla süzülüşünü ve alçalıp sudan balık avlamasını temaşa
ediyoruz, bir yandan da balık tutmak için saatlerce durduğu yerde duran ve
oltasına takılacak balıkları intizar eden insanların yanından geçiyoruz. Namaz
kılarken ayakta durma süresi 2 dakikaya ulaşınca uflayıp puflamaya başlayan
bizlerin başka hususlarda nasıl da sabırlı davranabildiğini görüp kendi
kendimize tuzlu bir fatura çıkarıyoruz. Daha sonra ileride, temel bazı egzersiz
ve esneme hareketlerini yapan birini görüyoruz. Yaptığı işe olabildiğince
konsantre olmuş ve etrafındakilerden soyutlanmış gibi bir hali var. Bu kişi, az
yakınındaki, belediye tarafından dikilmiş ve genellikle kilo vermek
isteyenlerin kullandığı aletler yerine sadece kendi vücudu ile çalışıyor ve
kilo vermek gibi bir ihtiyacı da görünmüyor. Bu kişiyle kısaca muhabbet etmek
için yaklaşıyoruz. Karşılıklı selamlaşmadan sonra:
- Sporu düzenli yapıyorsunuz galiba! Sağlıklı olmak için
şart, değil mi?
- Elimden geldiğince düzenli yapmaya çalışıyorum. Ama
sadece sağlıklı bir vücut için değil.
- Başka ne faydaları var?
- Düzenli olarak yapılan spor, aynı zamanda hafızayı da
canlı tutar. Böylece Kuran ezberlememe yardımcı oluyor. Ayrıca spor, yenilikçi
bir zihnin fizyolojik alt yapısını oluşturur. Orijinal fikirler yakalamak, sıra
dışı gözlem ve tespitler yapabilmek için de spor gerekli. İnsanın Allah’a
şükrüne ve O’nu tesbihine sekte vuran ülfet bulutlarını dağıtmanın etkili bir
yolu bu. Mesela Allah’ın Rabbaniyetini, Mükemmil ve Münazzım oluşunu, Kadim ve
Mukim isimlerini sözlük manasının ötesinde hissetmenin bir yolu, tek ayak
üstünde, farklı pozisyonlarda denge sağlamaya çalışmaktır. Gitgide daha zor
pozisyonlarda ve daha uzun sürelerde denge sağlayarak, Allah’ın sizin vücudunuza
koyduğu çekirdekleri yeşertmesini, ve onları mükemmelleştirmesini an be an
gözlemlersiniz. Böylece, akıl almaz alemlerde dengenin kurulmasının ne kadar
hayretengiz olduğunu, bu işlerde tecellilere mazhar olan her bir hücrenizle
tadarsınız.
Bu kişiyi Rabb’iyle baş başa bırakıp yolumuza devam ediyoruz.
İlerilerde denize nazır bir pastanede oturup, bir çay ve biraz da tatlı
söylüyoruz. Duvarda asılı olan sulu boya çalışmaları dikkatimizi çekiyor. Biraz
sonra çayımızı getiren kişiye teşekkür ettikten sonra sohbete başlıyoruz.
- Duvardaki resimler çok enteresan. Nereden satın
aldınız?
- Satın alma değil onlar. Şahsi çalışmam. Bu pastanede
çalışan herkesin sanatsal bir uğraşı da vardır. Fonda çalan müzik de, mesela,
diğer çalışanların kendi kayıtları. Sandalyelere dikkat ederseniz, hiç birinin
üstündeki oymalar aynı değil. Her birisi, yine bir arkadaşımızın el emeği. Yere
döşenmiş karoların üstündeki desenler de aynı şekilde tek tek uğraşıldı ve hiç
biri diğerlerinin aynı değil.
Bu sözleri duyunca, bir yandan böyle ender ve nazik bir
ortamda bulunmanın hayretini zevk ediyor bir yandan da bu sanat eserlerinin
üstüne bastığımız ve oturduğumuz için utanıyoruz.
- Bir sergi açsanız ya da bunları ticarileştirseniz çok
karlı olurdu sizin için!
- Belki! Ama bunları yaparken bizim gayemiz, ticari bir iş
yapmak değil veya birilerine bir şeyleri ispat etmek değil. Bize hediye edilen
kabiliyetlerin yeşermesi ve meyve vermesi, o kabiliyetlerin asıl sahibini
memnun edeceği için yapıyoruz. Bu eserlere bakanlar, o sanatların tabiattaki
asıllarına yönelsinler ve bizim de yaratıcımız olan asıl Sanatkârı takdir etsinler
diye yapıyoruz. Ve biz, bu sanatları yaparken, kendi Sanatkarımızın sanat icra
etmesini hisseder gibi oluyoruz.
Bu sözlerin ardından kısa bir gülümseme ile bu kişi bizi
ikramlarımızla baş başa bırakıyor. Önüne konan yemek karşısında ağzını açmaktan
bile aciz bir bebek gibi kalakalıyoruz. Korka korka ağıza götürülen bir
lokmadan sonra gözümüz dışarıda bekleyen kamyonete takılıyor. Arkasındaki
çimento ve karo taşlarına bakılırsa bir tadilat için oradalar. Etrafta tadilat
gerektiren bir şeyde görünmediğinden yine sorma ihtiyacı hissediyoruz.
- Bakar mısınız? Bu kamyonetteki malzemeler ne için?
- Pastanemizin bir kısmı yıkılıp, onun yerine, başka bir
kısmına ek yapılacak?
- Niye ki? Burada kötü veya eksik olan bir şey
göremiyorum, ben!
- Zaten kötü veya eksik olduğu için değil. Bu pastanenin
kurulu olduğu alan miktarı sabit, ama konumu sabit değil. Bir tarafı yıkılıp
başka bir tarafına ekleme yapma sureti ile etrafındaki bahçe içerisinde her
sene yavaş yavaş kaydırılır. 50 senelik bir devir süresi var. Yani ancak bundan
50 sene sonraki müşterilerimiz aynı yerde misafir olabilecekler. Ama onlar da
aynı pastaneyi bulamayacak, çünkü içindeki karolardaki sanatlar farklılaşmış
olacak, çalınan müzikler değişmiş olacak!
Verilen bu açıklama karşısında bir kere daha afallıyoruz.
Ama bir soru hala cevapsız bir şekilde kafamızda yankılanıyor:
- Ama neden?
- Çünkü biz, yaptığımız eserlerin sabit kalması ile
insanların gözünde bir perdeye dönüşmekten korkarız. Hem biz, yaptığımız
eserlere karşı insanların duydukları hayranlığa saplanıp kalmaktan da korkarız.
- Bu kadar hassasiyet tamam da, peki bunun maddi
karşılığı nereden geliyor?
- Bu pastane, sadece bir pastane değil. Aynı zamanda bir
müze, bir konser salonu ve bir model vazifesi de görüyor. Sürekli buranın
fotoğrafları çekiliyor ve dergilerde, kitaplarda yayınlanıyor. Burası bir
rehabilitasyon merkezi vazifesi de görüyor, hastaneler düzenli olarak burayı
kullanıyorlar. Bunların haricinde, bir de bu projeyi destekleyenlerin bağışları
var.
- Ne yani? İnsanlar ertesi sene yıkılıp gidecek bir şey
için mi bağış yapıyor?
- İnsanlar, yıkılıp gitmesi kat’i olan ve kendilerinin ne
kadar yaşayacağı belli olmayan bu dünya hayatı için onca yatırımı yaparken,
böyle ihlas eksenli ve sonsuzluk istikametli bir projeye birilerinin yatırım
yapması niye garibinize gidiyor ki?
Orada öylece kalakalıyoruz. Sanki beynimizin içi aynı
anda hem soğuktan donuyor hem de sıcaktan kaynıyormuşçasına garip bir hale
bürünüyoruz. O sırada, bizimle ilgilenen kişi birkaç adım atıp, kısıkça bir
sesle bir çay daha getirilmesini iletiyor mutfağa. Fakat o kısık ses, her yerde
yankılanıyor. İçerisinin akustik dizaynı, bir kez daha bizi hayret dalgalarına gark
ediyor. Fakat o da ne, hemen yanı başımızdaki duvarda bir pencere aralanıyor ve
oracıktan sıcak bir çay uzatılıyor. O pencere tekrar kapandığında, içimizi bir
korku kaplıyor. Acaba biz deliriyor muyuz, yoksa burada bir oyun mu çevriliyor?
Sorgulayan bakışlarımızı, az önce bizimle ilgilenen
kişiye çevirecekken onun artık yanımızda durmadığını fark ediyoruz. Fondaki
müziğin sesi de yavaş yavaş kısılıyor. Dışarıya nasıl da sessizce gelip park
etmiş olan kamyonet aniden büyük bir homurtuyla hareket ediyor. Derken önümüze
küçük bir tabakta fatura kâğıdı konuyor. İçimizdeki şüpheci hislerin az önceki
eşsiz dünyayı değiştirmiş olması ihtimali ve bundan doğan suçluluk duygusundan
kurtulamıyoruz.
Çabucak ödemeyi yapıp dışarı çıkıyoruz. Yeterince
uzaklaşınca geri dönüp orayı incelemek için seri adımlarla ilerideki otobüs
durağına yöneliyoruz. Bir yandan da acaba oraya tekrar gitsek aynı orijinal
tecrübe bizi kuşatır mı yoksa son anda dışa vurduğumuz şüpheci bakışlar
peşimizi takip eder mi diye de düşünmeden edemiyoruz. Otobüs durağına
geldiğimizde çaktırmadan süzmeye başlıyoruz, o pastaneyi. Az önce hayalimizden
fışkıran “acaba bir halüsinasyon mu gördüm, acaba hala orada mıdır” endişeleri
kayboluyor. Hala orada!
Derken otobüs durağının camına yapıştırılmış bir seminer
ilanına takılıyor gözümüz: “Matematik icad mı ediliyor yoksa keşif mi
ediliyor?” Posterde, pi ve e sayılarının ve altın oranın doğadaki uygulamalarına
örnekler sergileniyor. Sanki diyorlar ki matematik zaten var olan bir düzenin
insanlar tarafından keşfinden ibaret. Aynen, pastanedeki sanatların, doğada
zaten var olan güzelliklerin keşfinden ibaret olması gibi! İçimizi bir sevinç
kaplıyor. Projeye bağışta bulunmak için tekrar pastaneye yöneliyoruz…
İçeri girerken, kapının hemen yanı başına hat sanatı ile
nakşedilmiş olan şu satırlar dikkatimizi çekiyor:
“Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde
bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler
ki: Acib bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizâmından bir
memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.
Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar…”