Sunday, March 6, 2016

Hikaye-i Nur

Eşya ve hadiselerin üç farklı yüzünü ve varlığın sürekli teşkili, tağyiri, tanzimine şuurlu bir şahit olan insanın vazifesini derk etmek istersen, şu seyahat-i hayaliyeye beraber çıkalım.

İşte deniz kıyısında yavaş yavaş yürüyoruz… Bir yanda martıların rüzgârla süzülüşünü ve alçalıp sudan balık avlamasını temaşa ediyoruz, bir yandan da balık tutmak için saatlerce durduğu yerde duran ve oltasına takılacak balıkları intizar eden insanların yanından geçiyoruz. Namaz kılarken ayakta durma süresi 2 dakikaya ulaşınca uflayıp puflamaya başlayan bizlerin başka hususlarda nasıl da sabırlı davranabildiğini görüp kendi kendimize tuzlu bir fatura çıkarıyoruz. Daha sonra ileride, temel bazı egzersiz ve esneme hareketlerini yapan birini görüyoruz. Yaptığı işe olabildiğince konsantre olmuş ve etrafındakilerden soyutlanmış gibi bir hali var. Bu kişi, az yakınındaki, belediye tarafından dikilmiş ve genellikle kilo vermek isteyenlerin kullandığı aletler yerine sadece kendi vücudu ile çalışıyor ve kilo vermek gibi bir ihtiyacı da görünmüyor. Bu kişiyle kısaca muhabbet etmek için yaklaşıyoruz. Karşılıklı selamlaşmadan sonra:

- Sporu düzenli yapıyorsunuz galiba! Sağlıklı olmak için şart, değil mi?

- Elimden geldiğince düzenli yapmaya çalışıyorum. Ama sadece sağlıklı bir vücut için değil.

- Başka ne faydaları var?

- Düzenli olarak yapılan spor, aynı zamanda hafızayı da canlı tutar. Böylece Kuran ezberlememe yardımcı oluyor. Ayrıca spor, yenilikçi bir zihnin fizyolojik alt yapısını oluşturur. Orijinal fikirler yakalamak, sıra dışı gözlem ve tespitler yapabilmek için de spor gerekli. İnsanın Allah’a şükrüne ve O’nu tesbihine sekte vuran ülfet bulutlarını dağıtmanın etkili bir yolu bu. Mesela Allah’ın Rabbaniyetini, Mükemmil ve Münazzım oluşunu, Kadim ve Mukim isimlerini sözlük manasının ötesinde hissetmenin bir yolu, tek ayak üstünde, farklı pozisyonlarda denge sağlamaya çalışmaktır. Gitgide daha zor pozisyonlarda ve daha uzun sürelerde denge sağlayarak, Allah’ın sizin vücudunuza koyduğu çekirdekleri yeşertmesini, ve onları mükemmelleştirmesini an be an gözlemlersiniz. Böylece, akıl almaz alemlerde dengenin kurulmasının ne kadar hayretengiz olduğunu, bu işlerde tecellilere mazhar olan her bir hücrenizle tadarsınız.

Bu kişiyi Rabb’iyle baş başa bırakıp yolumuza devam ediyoruz. İlerilerde denize nazır bir pastanede oturup, bir çay ve biraz da tatlı söylüyoruz. Duvarda asılı olan sulu boya çalışmaları dikkatimizi çekiyor. Biraz sonra çayımızı getiren kişiye teşekkür ettikten sonra sohbete başlıyoruz.

- Duvardaki resimler çok enteresan. Nereden satın aldınız?

- Satın alma değil onlar. Şahsi çalışmam. Bu pastanede çalışan herkesin sanatsal bir uğraşı da vardır. Fonda çalan müzik de, mesela, diğer çalışanların kendi kayıtları. Sandalyelere dikkat ederseniz, hiç birinin üstündeki oymalar aynı değil. Her birisi, yine bir arkadaşımızın el emeği. Yere döşenmiş karoların üstündeki desenler de aynı şekilde tek tek uğraşıldı ve hiç biri diğerlerinin aynı değil.

Bu sözleri duyunca, bir yandan böyle ender ve nazik bir ortamda bulunmanın hayretini zevk ediyor bir yandan da bu sanat eserlerinin üstüne bastığımız ve oturduğumuz için utanıyoruz.

- Bir sergi açsanız ya da bunları ticarileştirseniz çok karlı olurdu sizin için!

- Belki! Ama bunları yaparken bizim gayemiz, ticari bir iş yapmak değil veya birilerine bir şeyleri ispat etmek değil. Bize hediye edilen kabiliyetlerin yeşermesi ve meyve vermesi, o kabiliyetlerin asıl sahibini memnun edeceği için yapıyoruz. Bu eserlere bakanlar, o sanatların tabiattaki asıllarına yönelsinler ve bizim de yaratıcımız olan asıl Sanatkârı takdir etsinler diye yapıyoruz. Ve biz, bu sanatları yaparken, kendi Sanatkarımızın sanat icra etmesini hisseder gibi oluyoruz.

Bu sözlerin ardından kısa bir gülümseme ile bu kişi bizi ikramlarımızla baş başa bırakıyor. Önüne konan yemek karşısında ağzını açmaktan bile aciz bir bebek gibi kalakalıyoruz. Korka korka ağıza götürülen bir lokmadan sonra gözümüz dışarıda bekleyen kamyonete takılıyor. Arkasındaki çimento ve karo taşlarına bakılırsa bir tadilat için oradalar. Etrafta tadilat gerektiren bir şeyde görünmediğinden yine sorma ihtiyacı hissediyoruz.

- Bakar mısınız? Bu kamyonetteki malzemeler ne için?

- Pastanemizin bir kısmı yıkılıp, onun yerine, başka bir kısmına ek yapılacak?

- Niye ki? Burada kötü veya eksik olan bir şey göremiyorum, ben!

- Zaten kötü veya eksik olduğu için değil. Bu pastanenin kurulu olduğu alan miktarı sabit, ama konumu sabit değil. Bir tarafı yıkılıp başka bir tarafına ekleme yapma sureti ile etrafındaki bahçe içerisinde her sene yavaş yavaş kaydırılır. 50 senelik bir devir süresi var. Yani ancak bundan 50 sene sonraki müşterilerimiz aynı yerde misafir olabilecekler. Ama onlar da aynı pastaneyi bulamayacak, çünkü içindeki karolardaki sanatlar farklılaşmış olacak, çalınan müzikler değişmiş olacak!

Verilen bu açıklama karşısında bir kere daha afallıyoruz. Ama bir soru hala cevapsız bir şekilde kafamızda yankılanıyor:

- Ama neden?

- Çünkü biz, yaptığımız eserlerin sabit kalması ile insanların gözünde bir perdeye dönüşmekten korkarız. Hem biz, yaptığımız eserlere karşı insanların duydukları hayranlığa saplanıp kalmaktan da korkarız.

- Bu kadar hassasiyet tamam da, peki bunun maddi karşılığı nereden geliyor?

- Bu pastane, sadece bir pastane değil. Aynı zamanda bir müze, bir konser salonu ve bir model vazifesi de görüyor. Sürekli buranın fotoğrafları çekiliyor ve dergilerde, kitaplarda yayınlanıyor. Burası bir rehabilitasyon merkezi vazifesi de görüyor, hastaneler düzenli olarak burayı kullanıyorlar. Bunların haricinde, bir de bu projeyi destekleyenlerin bağışları var.

- Ne yani? İnsanlar ertesi sene yıkılıp gidecek bir şey için mi bağış yapıyor?

- İnsanlar, yıkılıp gitmesi kat’i olan ve kendilerinin ne kadar yaşayacağı belli olmayan bu dünya hayatı için onca yatırımı yaparken, böyle ihlas eksenli ve sonsuzluk istikametli bir projeye birilerinin yatırım yapması niye garibinize gidiyor ki?

Orada öylece kalakalıyoruz. Sanki beynimizin içi aynı anda hem soğuktan donuyor hem de sıcaktan kaynıyormuşçasına garip bir hale bürünüyoruz. O sırada, bizimle ilgilenen kişi birkaç adım atıp, kısıkça bir sesle bir çay daha getirilmesini iletiyor mutfağa. Fakat o kısık ses, her yerde yankılanıyor. İçerisinin akustik dizaynı, bir kez daha bizi hayret dalgalarına gark ediyor. Fakat o da ne, hemen yanı başımızdaki duvarda bir pencere aralanıyor ve oracıktan sıcak bir çay uzatılıyor. O pencere tekrar kapandığında, içimizi bir korku kaplıyor. Acaba biz deliriyor muyuz, yoksa burada bir oyun mu çevriliyor?

Sorgulayan bakışlarımızı, az önce bizimle ilgilenen kişiye çevirecekken onun artık yanımızda durmadığını fark ediyoruz. Fondaki müziğin sesi de yavaş yavaş kısılıyor. Dışarıya nasıl da sessizce gelip park etmiş olan kamyonet aniden büyük bir homurtuyla hareket ediyor. Derken önümüze küçük bir tabakta fatura kâğıdı konuyor. İçimizdeki şüpheci hislerin az önceki eşsiz dünyayı değiştirmiş olması ihtimali ve bundan doğan suçluluk duygusundan kurtulamıyoruz.

Çabucak ödemeyi yapıp dışarı çıkıyoruz. Yeterince uzaklaşınca geri dönüp orayı incelemek için seri adımlarla ilerideki otobüs durağına yöneliyoruz. Bir yandan da acaba oraya tekrar gitsek aynı orijinal tecrübe bizi kuşatır mı yoksa son anda dışa vurduğumuz şüpheci bakışlar peşimizi takip eder mi diye de düşünmeden edemiyoruz. Otobüs durağına geldiğimizde çaktırmadan süzmeye başlıyoruz, o pastaneyi. Az önce hayalimizden fışkıran “acaba bir halüsinasyon mu gördüm, acaba hala orada mıdır” endişeleri kayboluyor. Hala orada!

Derken otobüs durağının camına yapıştırılmış bir seminer ilanına takılıyor gözümüz: “Matematik icad mı ediliyor yoksa keşif mi ediliyor?” Posterde, pi ve e sayılarının ve altın oranın doğadaki uygulamalarına örnekler sergileniyor. Sanki diyorlar ki matematik zaten var olan bir düzenin insanlar tarafından keşfinden ibaret. Aynen, pastanedeki sanatların, doğada zaten var olan güzelliklerin keşfinden ibaret olması gibi! İçimizi bir sevinç kaplıyor. Projeye bağışta bulunmak için tekrar pastaneye yöneliyoruz…

İçeri girerken, kapının hemen yanı başına hat sanatı ile nakşedilmiş olan şu satırlar dikkatimizi çekiyor:


“Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki: Acib bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizâmından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar…”

No comments:

Post a Comment