Saturday, March 5, 2016

30. Söz Soru Bankası

Kendimi hayal ediyorum: Rabbül alemin’in teklifi karşısında, gökler, arz ve dağlar titriyor ve geri adım atıyor. Daha sonra ben dahil insanlara aynı teklif geliyor, ve “ben bunu yapabilirim” diyerek diğer insanlarla birlikte atılıyorum öne… Cahil cesaretinin daha büyük örneği olamazdı heralde.

30. Söz karşısındaki durumumuz da benzer bir hali çağrıştırıyor sanki. İlk bakışta, insanlara kibirlenmemeyi ve Allah’a kul olmayı, yaratılışı sadece ve sadece Allah’a vermeyi öğütleyen bir risale. Anlaşılmayacak bir tarafı yok. Ama bu risalenin içinde bir de uyarı var:

Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakîkaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insâna ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat’ın künûz-u mahfiyyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mâhiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.
Yani, görüntüdeki kolaylık aslında aldatıcı. Görünenin ötesinde daha çok hazineler var, ama kilitleri açmasını bilene. İyi ama kilidi açmak için önce kilidi görmek lazım. Ene bahsindeki kilit ne? Ya da daha oturaklı sormak gerekirse, ene bahsinin enesi ne?
Öte yandan, ilerleyen sayfalarda deniyor ki:

İşte bak: Âlem-i insânîyyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insânîyyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yâni: Silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip itâat ederek hizmet etmişse; âlem-i insânîyyet, parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.
Ardından da bunun örnekleri veriliyor. Özellikle son birkaç yüzyıldır, felsefe ve nübüvvetin ittifak etmediğini biliyoruz. Buna göre Müslüman ülkelerin hayr-ı mahz olmalarını beklememiz gerekir. Ama öyle değil?!?! Haydi diyeceğiz ki Müslümanların her özelliği Müslüman değil. Ama en azından, yukarıdaki paragrafa göre Batılı ülkelerde şerr-i mahz beklenirdi, fakat o da öyle değil?!?! Batılıların her özelliğinin kafir olması gerekmez diyeceksek eğer, yukarıdaki gibi siyah-beyaz anlatımın manası ne o zaman? Gerçek hayatla bağlantısı olmayan bir soyutlamadan mı ibaret, bu tasvir? Yoksa bizim göremediğimiz daha derin bir mana mı var?

Birinci Maksad’ın sonuna gelindiğinde ise, “Geçen hakîkatı tenvir edecek bir seyahat-ı hayâliyye sûretinde … bir vâkıa-i mîsâliyye” anlatılıyor. Bu noktada üç adet bilgi veriliyor: 1) Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması, 2) Bu vâkıa-i mîsâliyyenin, Eski Said’in Yeni Said’e geçiş sürecinde görüldüğü, 3) Fatiha suresinin sonunda gelen üç yola işaret ettiği. Bu üç nokta ile ilgili cevabı net olmayan pek çok soru ortaya çıkmakta.

Öncelikle, Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması ne demek? Benzer bir ifade 24. Söz’de de geçiyor. Orada Üstad Hazretleri, “Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun…” diyerek Eski Said hakkında bir tespitte bulunuyor. Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması ve esbaba dalmış olması noktalarını birleştirip, felsefe yolu hakkında Üstad’ın bu vâkıa-i mîsâliyyeden önce anlattıklarını hatırlarsak, Eski Said hakkında nasıl bir teşhis koyacağız? Eski Said, esbabperest miydi? Ama biliyoruz ki Bediüzzaman, hayatı boyunca İslam için bütün varlığını ortaya koymuş bir dava adamıydı. O zaman Eski Said hakkında Üstad’ın söylediklerinin manası nedir? Tevazu deyip topu taca mı atacağız? Kendisine günah isnad ederek tevazu yapan görülmüştür ama kendisine şirk isnad ederek tevazu yapan???

İkinci olarak, anlatılan hikayede, yeryüzünün kasvetli, havasız, karanlık bir tarafından ferah, havadar ve nurani tarafına yapılan üç yolculuk ele alınıyor. Bunun Eski Said – Yeni Said dönüşümü ile alakası nedir? Her üç yolculukta da Üstad Hazretleri, kendisine Kuran’dan verilen birtakım aletler veya araçlardan bahsediyor. Eski Said bu araçlara sahip değil miydi? Bildiğimiz kadarıyla, Üstad’ın dönüşümü sırasında ve Yeni Said sürecinde daha önceden okumayıp da ilk defa okuduğu bir eser olmadı. O zaman bilgi dağarcığında bir değişim olmadığına göre, bu araçlar neydi? Rasyonel ispatlar sunma ve dini ve bilimsel bilgilerin beraber kullanımı da olamaz, çünkü bu iki metodu Eski Said de kullanıyordu!

Üçüncü olarak, Fatiha suresinin sonundaki üç yoldan ikisi dalalete sapanlar ve gazaba uğrayanlar, sadece birisi nimetlendirilenler. Fakat, Üstad’ın anlattığı hikayede her üç yolda da nimetlendirilme noktasına çıkış söz konusu! Bu konuda belki, hikayenin ardından verilen ipuçları yardımcı olabilir. Dalalete sapanların tabiiyyun olup dünyanın içinden giden yolculuğa işaret ettiği, gazaba  uğrayanların esbabperestler olup dünyanın etrafından yolculuğa işaret ettiği ve son olarak nimetlendirilenlerin Kuran ehli olup göklere yapılan yolculuğa işaret ettiği söyleniyor. Fakat bu bilgi baştaki sorumuzu, yani her üç yoldan da kurtuluşa nasıl çıkılabildiğini, cevaplamamakla birlikte yenilerini getiriyor. Eğer sadece son yol Kuran ehlinin yolu ise ilk iki yolculukta Kuran’dan verilen aletler ne oluyor? Ayrıca, Kuran’ın hak yol olduğunu söylemek ve tabiat veya esbab üzerinden şirke bulaşmanın yanlış olduğunu anlatmak için böyle bir hikayeye ne gerek var ki? Şirkin yanlışlığını herkes biliyor! Son olarak, eğer sadece son yol Kuran ehlinin yolu ise ve Eski Said’in yolu esbabla bulaşık ise, Eski Said’in ikinci seyahatteki gazaba uğrayanların yolunda olması gerekiyor. Ama Eski Said’in ehli Kuran olmadığını kim iddia edebilir?

Vâkıa-i mîsâliyyenin içeriğine baktığımızda ise pek çok semboller görüyoruz. Bunların az bir kısmı hakkında bilgi var ama çoğu muğlak bırakılmış. Ve bu açıklanan ya da açıklanmayan manaların ene bahsi ile alakası da keşfedilmeyi bekliyor. Mesela, kasvetli tarafın imansızlığın izdüşümlerini içeren bir hali ve ferahfeza tarafın, imanın izdüşümleri içeren bir hali simgelediği anlaşılıyor. Ama dünya neyi simgeliyor? Yeraltından gitmek ile tabiatperestliğin alakası nedir? Kayalar ve karanlık neyi simgelemektedir? Kuran’ın hazinesinden verilen kayaları parçalayan alet ile karanlıkları aydınlatan alet ne oluyor? Aynı şekilde, ikinci yolculuktaki deniz ne manaya gelmektedir? Deniz ile esbabperestliğin alakası nedir? Fırtınalar neye işaret etmektedir? Ve Kuran’dan verilen seyahat aracı nedir? En sonda ise, her yerde görülen asansör gibi araçlar neye işaret etmektedir ve onlarla göğe yükselmek ne manaya gelmektedir?


Kim bilir belki de bu soruların cevaplarını bulabilirsek, Üstad’ın hayatında olduğu gibi biz de kendi hayatımızda çok daha derin bir kulluğa doğru yelken açmanın sırrını öğrenebiliriz. Cevapları bulan varsa, herkesle paylaşsın.

No comments:

Post a Comment