Kendimi hayal ediyorum: Rabbül alemin’in teklifi karşısında, gökler, arz ve
dağlar titriyor ve geri adım atıyor. Daha sonra ben dahil insanlara aynı teklif
geliyor, ve “ben bunu yapabilirim” diyerek diğer insanlarla birlikte atılıyorum
öne… Cahil cesaretinin daha büyük örneği olamazdı heralde.
30. Söz karşısındaki durumumuz da benzer bir hali çağrıştırıyor sanki. İlk
bakışta, insanlara kibirlenmemeyi ve Allah’a kul olmayı, yaratılışı sadece ve
sadece Allah’a vermeyi öğütleyen bir risale. Anlaşılmayacak bir tarafı yok. Ama
bu risalenin içinde bir de uyarı var:
Kâinat kapıları zâhiren açık
görünürken, hakîkaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insâna ene
namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle
tılsımlı bir enaniyyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat’ın künûz-u mahfiyyesini onun
ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkil bir
tılsımdır. Eğer onun hakikî mâhiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi
açıldığı gibi kâinat dahi açılır.
Yani, görüntüdeki kolaylık aslında aldatıcı. Görünenin ötesinde daha çok
hazineler var, ama kilitleri açmasını bilene. İyi ama kilidi açmak için önce
kilidi görmek lazım. Ene bahsindeki kilit ne? Ya da daha oturaklı sormak
gerekirse, ene bahsinin enesi ne?
Öte yandan, ilerleyen sayfalarda deniyor ki:
İşte bak: Âlem-i
insânîyyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i
efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insânîyyede dal budak salmış, iki şecere-i
azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i
felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve
ittihad etmiş ise, yâni: Silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip
itâat ederek hizmet etmişse; âlem-i insânîyyet, parlak bir sûrette bir saadet,
bir hayat-ı içtimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve
nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler,
felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.
Ardından da bunun örnekleri veriliyor. Özellikle son birkaç yüzyıldır,
felsefe ve nübüvvetin ittifak etmediğini biliyoruz. Buna göre Müslüman
ülkelerin hayr-ı mahz olmalarını beklememiz gerekir. Ama öyle değil?!?! Haydi
diyeceğiz ki Müslümanların her özelliği Müslüman değil. Ama en azından,
yukarıdaki paragrafa göre Batılı ülkelerde şerr-i mahz beklenirdi, fakat o da
öyle değil?!?! Batılıların her özelliğinin kafir olması gerekmez diyeceksek
eğer, yukarıdaki gibi siyah-beyaz anlatımın manası ne o zaman? Gerçek hayatla
bağlantısı olmayan bir soyutlamadan mı ibaret, bu tasvir? Yoksa bizim
göremediğimiz daha derin bir mana mı var?
Birinci Maksad’ın sonuna gelindiğinde ise, “Geçen hakîkatı tenvir edecek
bir seyahat-ı hayâliyye sûretinde … bir vâkıa-i mîsâliyye” anlatılıyor. Bu
noktada üç adet bilgi veriliyor: 1) Eski Said’in meslek-i felsefe ile
münasebette olması, 2) Bu vâkıa-i mîsâliyyenin, Eski Said’in Yeni Said’e geçiş
sürecinde görüldüğü, 3) Fatiha suresinin sonunda gelen üç yola işaret ettiği. Bu
üç nokta ile ilgili cevabı net olmayan pek çok soru ortaya çıkmakta.
Öncelikle, Eski Said’in meslek-i felsefe ile münasebette olması ne demek?
Benzer bir ifade 24. Söz’de de geçiyor. Orada Üstad Hazretleri, “Hem şu esbaba
dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun…” diyerek
Eski Said hakkında bir tespitte bulunuyor. Eski Said’in meslek-i felsefe ile
münasebette olması ve esbaba dalmış olması noktalarını birleştirip, felsefe
yolu hakkında Üstad’ın bu vâkıa-i mîsâliyyeden önce anlattıklarını hatırlarsak,
Eski Said hakkında nasıl bir teşhis koyacağız? Eski Said, esbabperest miydi?
Ama biliyoruz ki Bediüzzaman, hayatı boyunca İslam için bütün varlığını ortaya
koymuş bir dava adamıydı. O zaman Eski Said hakkında Üstad’ın söylediklerinin
manası nedir? Tevazu deyip topu taca mı atacağız? Kendisine günah isnad ederek
tevazu yapan görülmüştür ama kendisine şirk isnad ederek tevazu yapan???
İkinci olarak, anlatılan hikayede, yeryüzünün kasvetli, havasız, karanlık
bir tarafından ferah, havadar ve nurani tarafına yapılan üç yolculuk ele
alınıyor. Bunun Eski Said – Yeni Said dönüşümü ile alakası nedir? Her üç
yolculukta da Üstad Hazretleri, kendisine Kuran’dan verilen birtakım aletler
veya araçlardan bahsediyor. Eski Said bu araçlara sahip değil miydi? Bildiğimiz
kadarıyla, Üstad’ın dönüşümü sırasında ve Yeni Said sürecinde daha önceden
okumayıp da ilk defa okuduğu bir eser olmadı. O zaman bilgi dağarcığında bir
değişim olmadığına göre, bu araçlar neydi? Rasyonel ispatlar sunma ve dini ve bilimsel
bilgilerin beraber kullanımı da olamaz, çünkü bu iki metodu Eski Said de kullanıyordu!
Üçüncü olarak, Fatiha suresinin sonundaki üç yoldan ikisi dalalete sapanlar
ve gazaba uğrayanlar, sadece birisi nimetlendirilenler. Fakat, Üstad’ın
anlattığı hikayede her üç yolda da nimetlendirilme noktasına çıkış söz konusu!
Bu konuda belki, hikayenin ardından verilen ipuçları yardımcı olabilir.
Dalalete sapanların tabiiyyun olup dünyanın içinden giden yolculuğa işaret
ettiği, gazaba uğrayanların
esbabperestler olup dünyanın etrafından yolculuğa işaret ettiği ve son olarak
nimetlendirilenlerin Kuran ehli olup göklere yapılan yolculuğa işaret ettiği
söyleniyor. Fakat bu bilgi baştaki sorumuzu, yani her üç yoldan da kurtuluşa
nasıl çıkılabildiğini, cevaplamamakla birlikte yenilerini getiriyor. Eğer
sadece son yol Kuran ehlinin yolu ise ilk iki yolculukta Kuran’dan verilen
aletler ne oluyor? Ayrıca, Kuran’ın hak yol olduğunu söylemek ve tabiat veya
esbab üzerinden şirke bulaşmanın yanlış olduğunu anlatmak için böyle bir
hikayeye ne gerek var ki? Şirkin yanlışlığını herkes biliyor! Son olarak, eğer
sadece son yol Kuran ehlinin yolu ise ve Eski Said’in yolu esbabla bulaşık ise,
Eski Said’in ikinci seyahatteki gazaba uğrayanların yolunda olması gerekiyor.
Ama Eski Said’in ehli Kuran olmadığını kim iddia edebilir?
Vâkıa-i mîsâliyyenin içeriğine baktığımızda ise pek çok semboller
görüyoruz. Bunların az bir kısmı hakkında bilgi var ama çoğu muğlak bırakılmış.
Ve bu açıklanan ya da açıklanmayan manaların ene bahsi ile alakası da
keşfedilmeyi bekliyor. Mesela, kasvetli tarafın imansızlığın izdüşümlerini
içeren bir hali ve ferahfeza tarafın, imanın izdüşümleri içeren bir hali
simgelediği anlaşılıyor. Ama dünya neyi simgeliyor? Yeraltından gitmek ile
tabiatperestliğin alakası nedir? Kayalar ve karanlık neyi simgelemektedir?
Kuran’ın hazinesinden verilen kayaları parçalayan alet ile karanlıkları
aydınlatan alet ne oluyor? Aynı şekilde, ikinci yolculuktaki deniz ne manaya gelmektedir?
Deniz ile esbabperestliğin alakası nedir? Fırtınalar neye işaret etmektedir? Ve
Kuran’dan verilen seyahat aracı nedir? En sonda ise, her yerde görülen asansör
gibi araçlar neye işaret etmektedir ve onlarla göğe yükselmek ne manaya
gelmektedir?
Kim bilir belki de bu soruların cevaplarını bulabilirsek, Üstad’ın
hayatında olduğu gibi biz de kendi hayatımızda çok daha derin bir kulluğa doğru
yelken açmanın sırrını öğrenebiliriz. Cevapları bulan varsa, herkesle
paylaşsın.
No comments:
Post a Comment