Saturday, March 5, 2016

Görünmez Işıma


Hızlı hızlı üniversiteye doğru yürürken, yolun ortasında duran bir amcaya gözüm takıldı. Ne yapıyordu öyle asfaltın üzerinde çömelmiş? Her ne kadar işlek bir cadde olmasa da burası, her an bir arabanın altında kalabilirdi. Tatlı bir şekilde onu uyarmak istedim:

-          Ne yapıyorsunuz amca öyle yolun ortasında?

-          Karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir solucana yardım ediyordum.

Erken saatlerde yağmur yağmıştı. Böyle olunca da, her zaman olduğu üzere, solucanlar soluğu toprağın yüzeyinde almıştı ve etrafın kurumasıyla birlikte bir kısmı, farkında olmadan, uçsuz bucaksız, taştan yapılmış yüzeyler üstünde kalakalmıştı. Demek ki bu durum, amcanın gözünden kaçmamıştı. Ama o, üzülmekle yetinmeyip aksiyona geçmişti. İçimden “gariplere müjdeler olsun” hadisini geçirdim ve gülümsedim.

-          Allah da size merhamet etsin, dedim.

Amca, manalı manalı kafasını sallarken onu baştan aşağıya bir süzdüm. Günün erken saatlerinde işe gitmesi beklenen bu adamın, hiç acelesi yokmuşçasına bir solucan için bu kadar vaktini harcaması garibime gitmişti. Bu arada, az önce kendisi için yaptığım hayır duasını almak hoşuna gitmiş olacak ki, amca muhabbeti devam ettirdi:

-          Amin; Allah hepimize merhamet etsin. Öğrenci misin?

-          Evet. Üniversiteye gidiyorum. Siz ne iş yaparsınız?

-          Gezginim.

Eğer üç yüzyıl önce yaşıyor olsaydık, bu cevap hiç garibime gitmezdi ama bugün, gezginlik diye bir meslek mi kalmıştı? Dünyanın her yerinin neredeyse karış karış bilindiği bir ortamda ancak, dergilere fotoğraf çekenler ya da muhabirler vs. meslek icabı gezerdi; ve onlara da gezgin denmezdi. Yine de bozuntuya vermek istemedim.

-          Nereleri gezdiniz?

-          Yıldızları, gezegenleri, ormanları, denizleri, hücrelerin içini…

-          Bu bir şaka mı, deyip gülümsedim.

-          Şaşırma, şaşırma. Kâinattan Halık’ını soran bir seyyahın gitmediği, gidemeyeceği yer olur mu?

Bu amca, oldukça enteresan birine benziyordu. “Kim bu adam” diye aklımdan geçirmeye başladım. Çok yaşlı olsa, masal anlatmayı seviyor herhâlde diyeceğim, ama değil. Şuuru yerinde olmadığı için ne dediğinin farkında değil desem, öyle bir görüntüsü hiç yok. Bu düşünceler arasında git-gel yaparken, cebinden bir kitap çıkardığını gördüm.

-          Bu kitabı tanıyorsundur.

-          Evet. Haşir Risalesi.

-          Bu eseri özel yapan nedir biliyor musun?

-          Ölümden sonra hayatın varlığını aklen ispat etmesi?

-          Eksik söyledin. Aynel yakîne yakın bir ilmel yakîn ile ispat etmesi.

-          Yani?

-          Yani neredeyse gözünle görmüş gibi bir imana giden bir yol açması. Sen hiç gördün mü ölümden sonra dirilmeyi?

-          Hayır!

-          Kâinattan Halık’ını soran seyyah da görmedi. Ama Kur’an’da geçen “Ey iman edenler, iman edin” hatırlatmasını düstur edinip sürekli yeniden Allah’ı bulmaya çalışıyor. Ve her buluşunda da, O’na yeniden kavuşmanın sevinciyle, sevildiğini hissediyor, ve “seven, sevdiğini sonsuz yokluğa terk eder mi hiç” deyip ölümden sonra dirilmeye yakîni artıyor. İşte Haşir Risalesi, böyle hatıraların yaşandığı bir yolculuğun hikâyesi.

Beklenmedik bir cazibeyle akan, hayat suyu gibi bu sözler karşısında olduğum yere çakılmıştım.

-          Diğer risalelerde de, farklı seyahatlerin hatıraları var. Soluya soluya bir türlü doyamadığımız hava gibi, tekrar tekrar çıkılan imânî keşif yolculukları. Niye bu defalarca çıkılan iman yolculukları, biliyor musun? Çünkü mü’min demek, iman eden demek; yani hayatının belli bir noktasında atılan bir imza gibi değil de sürekli yapılan bir fiil, bir meslek olarak, iman eden demek. Her gün balık tutan balıkçı gibi, her gün koşan sporcu gibi, her gün ders veren öğretmen gibi, hayatının her dönemecinde yeni bir iman serüvenine koyulan bir ferd…

Bu sözleri duyunca, içimde bir şeylerin kaynamaya başladığını hissettim. Sanki yeni mü’min olmuşum gibi bir hal sardı içimi; bir yanardağ gibi, her an gözlerimden, kulaklarımdan tarifi imkânsız bir sevinç fışkırabilirdi. Ciddiyetimi bozmamak için kendimi zor tutuyordum, ama bir gülümseme sızıverdi dudaklarımdan.

-          Söyle bakalım, diye devam etti amca. Gizli olan şey nur saçar mı ve nur saçan şey gizli kalır mı?

-          Hayır, dememle birlikte içimdeki coşku, yerini meraka terketti.

-          Peki neden Allah CC gözlere gizli olduğu halde Nur Suresi’nde kendini yerin ve göklerin nuru olarak tanıtıyor? Burada bir zıtlık yok mu?

-          Allah’ı görmek kalp gözüyle olmaz mı? Yani gözlerin göremediği ama kalplerin gördüğü bir nur.

-          Sana bir sır vereyim mi? İşte bunda, imanın sürekli yenilenmesine hizmet edecek bir düstur saklı!

Durup düşündüm birkaç saniye… Allah’ın, yerin ve göklerin nuru olması, gözle değil kalple görülüyor olması ve bunların iman hizmetiyle alakası… İman ve nur deyince, Aklıma 23. Söz’deki, karanlık bir ortamda köprüden geçen yolcunun durumu geldi. Elindeki feneri kırınca her yer aydınlanıyordu. Ama bunun, sorunun cevabıyla bir alakası var mıydı? “Bilmiyorum” diye cevap verecektim ki, amca yine söze daldı:

-          İnsana Halık’ını tanıtan en büyük muarrif kimdir bilir misin?

-          Efendimiz SAV ?

-          Hayır!

-          Hayır mı? … Kuran?

-          Hayır!

-          Kainat?

-          Hayır! Bizzat Halık’ın kendisi! Fakat O, bu saydığın farklı dillerin hepsi ile konuşur. Yeri, göğü dolduran kelamı ile bize Kendini anlatır. Anlatır ama, görünmez. İşte sana hem gizli hem de gürül gürül ışıyan hakikat. Buna, iman hizmetinin bir düsturu olarak Nurlar’da ne denir bilir misin? Gizli ışıma!

-          Gizli ışıma mı? Hiç öyle bir tabir okumadım Risaleler’de.

-          Sırran tenevverat!

-          Yani az önce bahsettiğiniz sır, sırran tenevverat mı, deyip gülümsedim, çünkü bu kavram daha farklı bir konuya aitti, bildiğim kadarıyla. O yüzden tekrar sordum:

-          Bu düstur, iman hizmetine karşı düşmanlık besleyenlerin şerrinden korunmak için değil miydi?

-          Sana anlattıklarımın düşmanlarla bir ilgisi var mı?

Hakikaten, Allah’ın CC Kendisini gizli ama gürül gürül anlatması şeklinde hiç düşünmemiştim, bu “üç büyük muarrif” meselesini! Hele bunun bir de, sırran tenevverat kavramının bir izdüşümü olacağını! Kafamdaki paradigmalar, mantıklar aniden sarsılmıştı. Aklım sanki bir an elektrik kesintisine uğramıştı. Gözlerim amcanın gözlerine kilitlendi.

-          Bizzat Celcelutiye’de bu tabirin geçtiği yerde, Allah’ın nurunun gizli gizli parladığı dile getirilir. Gizli ışıma, yani!

Duyduklarım nedeniyle hayret semasında beklenmedik bir şekilde pervaz ederken, aklıma takılan bir soru beni tekrar dünyaya çekti:

-          Peki, iman hizmetinde sırran tenevverat nasıl oluyor?

-          23. Söz’de geçtiği şekliyle oluyor. Yani, iman hizmetinin edeblerinden bir edeb.

-          23. Söz mü? Orada sırran tenevverat kavramın geçtiğini hiç sanmıyorum!

Amca, hafif gülümseyip devam etti.

-          Orada, iki dağ arasındaki köprüden geçen yolcunun elinde bir fener var. O fenerdeki sorun neydi?

-          Azıcık verdiği ışığa mukabil asıl aydınlıktan mahrum ediyor olması.

-          Nasıl oluyor da kendisi ışık kaynağı olduğu halde aydınlıktan mahrum ediyor, peki?

-          Bilmem! Nasıl oluyor?

-          Kendini o yolcunun yerine koy. Karanlık bir ortamda olsan, elindeki tek ışık kaynağından kurtulmak ister misin?

-          Tabi ki hayır.

-          Yani elindeki o fener, sebepler açısından bakınca, tutunman gereken şey oluyor. Hâlbuki fark etsen ki elindeki, bir ışık kaynağı olmaktan ziyade, daha büyük bir ışık kaynağını açan bir anahtar; televizyonun kumandası gibi. O zaman durum değişir mi?

-          Tabi ki evet.

-          Bak şimdi, bunun gerçek hayattaki örneğine. Efendimiz’e SAV, “kul bir peygamber mi sultan bir peygamber mi olmak istersin” diye sorulduğunda, sebepler açısından bakarsan, daha çok iman hizmetine vesile olacağı için sultanlığa sarılması beklenirdi. Hâlbuki o, sultanlığı reddetti, kul peygamberliği tercih etti. Aynen, az önceki temsildeki yolcunun, elindeki feneri kırması gibi. Efendimiz kendini sır haline getirdi ki, O’nun CC nuru görünsün.

Demek ki Cebrail AS, bu seçimin yapılması sırasında edebi tavsiye ederken, iman hizmetinin edebi olarak sırran tenevverat yoluna işaret etmişti. Haddi zatında, buna paralel bir kavramı sürekli duyuyorduk son zamanlarda:

-          Yani Efendimiz, kendini sıfırlama yolunu seçmişti demek istiyorsunuz!

-          Aynen öyle. Şimdi, elindeki feneri bırakmayan yolcuyu düşün; kendini sıfırlamayan ama iman hizmeti yapan biri. Bir insan, bile bile böyle bir yanlışı yapmayacağına göre onu, farkında olmadan kendini sıfırlamamaya iten ne olabilir?

-          İman hizmetinin yerine gelmesi için “sebeplerin gerektirdiklerine kilitlenmesi” ? Ama burada hata nerede? Hep demiyor muyuz “Sünnetullah’a riayet etmediğimiz için bu hallere düştük” diye?

Gerçekten de dinlediğimiz bütün sohbetlerde, okuduğumuz bütün kitaplarda bu mesele bu şekilde anlatılıyordu. Yani, Müslümanlar olarak sebeplere riayet etmeyi bırakmamızın cezasını çekiyorduk. Bundan kurtulmanın yolu da, sebeplere riayet etmekten geçiyordu. Ayet demiyor muydu: siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah da sizi değiştirmez?

-          İtirazında haklısın; hep sebeplere riayet etmeye çağrılırken şimdi tam tersi şekilde anlaşılabilecek bir şeyler geliyor önüne. Bak şimdi! Kendini sıfırlamadan iman hizmeti yapan bir insan, sebeplere riayet ederek hizmetini yapsa ve beklediği neticeler de gerçekleşse ve bu riayet-gerçekleşme dairesi deveran ederken diğer herkes de o kişiyi, model bir hizmet eri olarak takdim etmeye başlasa ve bu hizmet eri gibi amel eden başka kişiler de aynı şekilde bekledikleri neticeleri elde etseler n’olur?

-          Bilmem?

-          30. Söz’ü hatırla. Kendini sıfırlamayan bir ene, başka varlıklara da bir pay verir. Yani kendini sıfırlamayan kişi, sebepleri de sıfırlamamış demektir. Bu durumda da, “sebepler makinesine” koyduğu “cüz-i irade malzemelerinden” elde edilen mamulleri alıyor gibi olur. Her ne kadar mantıkî çerçevede sünnetullah’a uymak tabiri kullanılsa da, Allah’a duyulması gereken minnet, sevgi ve şükran, sebepler makinesi tarafından sekteye uğratılmış olur. Bu ise, iman hizmetinin asıl gayesi ile taban tabana zıt.

-          O zaman iman hizmeti yaparken sebeplere riayet etmeyecek miyiz?

-          Yapılması gereken, sebepleri, asıl hüviyetine uygun kullanmak. Onlar, Rabb’imizin vaz ettiği bir isteme edebi. Yani, “isterken böyle isteyin” diye bize akıl diliyle öğretiyor Rabbimiz. O zaman bize düşen, edebine uygun şekilde istemek; yani esbaba riayet etmek. Aynen Celaleddin Harzemşah’ın yaptığı gibi. Yoksa, aklın nazarında insanlarla sebepler makinesini başbaşa bırakan bir sünnetullah anlayışı, iman hizmetinin ruhuna muhalif düşer. Halkın nazarındaki böyle bir hatadır ki Hz. Halid’in komutanlıktan azledilmesine zemin hazırladı.

-          Yani “izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden”.

-          Güzel söyledin.

Kendini sıfırlamak kavramı ile sebeplere doğru bir şekilde riayet arasında böyle ince bir ilişki olabileceğini hiç düşünmemiştim. Kendini sıfırlamak, manevi hayatımızla ilgili bir zirveydi aklımda. Sebeplere riayet ise maddi dünyada yaşamanın olmazsa olmaz şartıydı. İlki, belki de hiç ulaşılamayacak bir gayeyi, ikincisi ise hiç vazgeçilmeyecek bir zemini teşkil ediyordu bana göre. Ama şimdi anlıyordum ki iman hizmeti bağlamında, bu ikisi arasında tek-yumurta ikizi ilişkisi vardı. O ilişkinin bozulması ise, sebepler perdesinin katılaşmasını, kalınlaşmasını netice veriyordu. Yani “sırran tenevverat”ın zıttına “alenen tezallemet” oluyordu. Yine de aklımda son bir nokta kalmıştı, hala cevap bekleyen:

-          O zaman kendimizi sıfırlayamadıysak, iman hizmeti yapmayacak mıyız?

-          Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. En azından niyet doğru tespit edilirse ve insan sürekli kendini bu konuda murakabeden geçirip tövbe yolundan ayrılmazsa, Allah’ın rahmetinden umulur ki Kendine doğru yola çıkan kullarını yolda bırakmasın.

-          Ama, tövbe etmek için, hatanın farkına varılması lazım. İman hizmeti için sebeplere riayet perdesi arkasında kendini veya sebepleri sıfırlayamama hatasına düşen biri, bu durumun farkına nasıl varacak? Neticede kendini sıfırlamamaya çalışmıyor; aksine, kendini tamamen iman hizmetine veriyor. Kendini veya sebepleri sıfırlamanın ya da sıfırlamamanın göstergesi nedir?

-          Bir teleskop düşün; onun merceğine bakan kişi doğru odaklanırsa, yıldızları görür, ama odaklanma hatası yaparsa, merceğin kendisini görür. İman hizmetine vesile olan fertler ve onların yaptıkları, iman hakikatlerinin görülmesi için birer teleskop mesabesindedir. Eğer onlar yeterince şeffaf olamazlarsa, göstermek istedikleri hakikatler yerine bizzat kendileri görünürler. Bu da, 30. Söz’de anlatılana benzer bir şeffafiyet sorunu demektir. Yani yeterince sırran olunamıyor demektir. Böyle olunca da, elde edilen neticelerin arkasında, yapılan fedakârlıklar, organizasyonlar görünür. Takdirler ve teşekkürler de yine aynı fertlere takılır. Ki bu hatayı, o fertlerin bizzat kendileri de yapabilirler.

-          O zaman iman hizmetine vesile olan kişilerin, mümkün olduğunca görünmez olması gerekiyor ki ne kendileri ne de muhatapları asıl ışık kaynağından mahrum olmasın.

-          Barekallah! Bizim vazifemiz “sırran”. “Tenevverat” ise O’nun hakkı.


Amca sırtımı sıvazladı, bana bir veda gülümsemesi gönderdi ve sokağın köşesini dönüp gözden kayboldu.

No comments:

Post a Comment