Hızlı hızlı üniversiteye doğru yürürken, yolun ortasında duran bir amcaya gözüm takıldı. Ne yapıyordu öyle asfaltın üzerinde çömelmiş? Her ne kadar işlek bir cadde olmasa da burası, her an bir arabanın altında kalabilirdi. Tatlı bir şekilde onu uyarmak istedim:
-
Ne yapıyorsunuz amca öyle yolun ortasında?
-
Karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir solucana yardım
ediyordum.
Erken saatlerde yağmur
yağmıştı. Böyle olunca da, her zaman olduğu üzere, solucanlar soluğu toprağın
yüzeyinde almıştı ve etrafın kurumasıyla birlikte bir kısmı, farkında olmadan,
uçsuz bucaksız, taştan yapılmış yüzeyler üstünde kalakalmıştı. Demek ki bu
durum, amcanın gözünden kaçmamıştı. Ama o, üzülmekle yetinmeyip aksiyona
geçmişti. İçimden “gariplere müjdeler olsun” hadisini geçirdim ve gülümsedim.
-
Allah da size merhamet etsin, dedim.
Amca, manalı manalı kafasını
sallarken onu baştan aşağıya bir süzdüm. Günün erken saatlerinde işe gitmesi
beklenen bu adamın, hiç acelesi yokmuşçasına bir solucan için bu kadar vaktini
harcaması garibime gitmişti. Bu arada, az önce kendisi için yaptığım hayır duasını
almak hoşuna gitmiş olacak ki, amca muhabbeti devam ettirdi:
-
Amin; Allah hepimize merhamet etsin. Öğrenci misin?
-
Evet. Üniversiteye gidiyorum. Siz ne iş yaparsınız?
-
Gezginim.
Eğer üç yüzyıl önce yaşıyor
olsaydık, bu cevap hiç garibime gitmezdi ama bugün, gezginlik diye bir meslek
mi kalmıştı? Dünyanın her yerinin neredeyse karış karış bilindiği bir ortamda
ancak, dergilere fotoğraf çekenler ya da muhabirler vs. meslek icabı gezerdi;
ve onlara da gezgin denmezdi. Yine de bozuntuya vermek istemedim.
-
Nereleri gezdiniz?
-
Yıldızları, gezegenleri, ormanları, denizleri, hücrelerin
içini…
-
Bu bir şaka mı, deyip gülümsedim.
-
Şaşırma, şaşırma. Kâinattan Halık’ını soran bir seyyahın
gitmediği, gidemeyeceği yer olur mu?
Bu amca, oldukça enteresan
birine benziyordu. “Kim bu adam” diye aklımdan geçirmeye başladım. Çok yaşlı
olsa, masal anlatmayı seviyor herhâlde diyeceğim, ama değil. Şuuru yerinde
olmadığı için ne dediğinin farkında değil desem, öyle bir görüntüsü hiç yok. Bu
düşünceler arasında git-gel yaparken, cebinden bir kitap çıkardığını gördüm.
-
Bu kitabı tanıyorsundur.
-
Evet. Haşir Risalesi.
-
Bu eseri özel yapan nedir biliyor musun?
-
Ölümden sonra hayatın varlığını aklen ispat etmesi?
-
Eksik söyledin. Aynel yakîne yakın bir ilmel yakîn ile
ispat etmesi.
-
Yani?
-
Yani neredeyse gözünle görmüş gibi bir imana giden bir
yol açması. Sen hiç gördün mü ölümden sonra dirilmeyi?
-
Hayır!
-
Kâinattan Halık’ını soran seyyah da görmedi. Ama
Kur’an’da geçen “Ey iman edenler, iman edin” hatırlatmasını düstur edinip
sürekli yeniden Allah’ı bulmaya çalışıyor. Ve her buluşunda da, O’na yeniden
kavuşmanın sevinciyle, sevildiğini hissediyor, ve “seven, sevdiğini sonsuz
yokluğa terk eder mi hiç” deyip ölümden sonra dirilmeye yakîni artıyor. İşte
Haşir Risalesi, böyle hatıraların yaşandığı bir yolculuğun hikâyesi.
Beklenmedik bir cazibeyle akan,
hayat suyu gibi bu sözler karşısında olduğum yere çakılmıştım.
-
Diğer risalelerde de, farklı seyahatlerin hatıraları var.
Soluya soluya bir türlü doyamadığımız hava gibi, tekrar tekrar çıkılan imânî
keşif yolculukları. Niye bu defalarca çıkılan iman yolculukları, biliyor musun?
Çünkü mü’min demek, iman eden demek; yani hayatının belli bir noktasında atılan
bir imza gibi değil de sürekli yapılan bir fiil, bir meslek olarak, iman eden
demek. Her gün balık tutan balıkçı gibi, her gün koşan sporcu gibi, her gün
ders veren öğretmen gibi, hayatının her dönemecinde yeni bir iman serüvenine
koyulan bir ferd…
Bu sözleri duyunca, içimde bir
şeylerin kaynamaya başladığını hissettim. Sanki yeni mü’min olmuşum gibi bir
hal sardı içimi; bir yanardağ gibi, her an gözlerimden, kulaklarımdan tarifi imkânsız
bir sevinç fışkırabilirdi. Ciddiyetimi bozmamak için kendimi zor tutuyordum,
ama bir gülümseme sızıverdi dudaklarımdan.
-
Söyle bakalım, diye devam etti amca. Gizli olan şey nur
saçar mı ve nur saçan şey gizli kalır mı?
-
Hayır, dememle birlikte içimdeki coşku, yerini meraka
terketti.
-
Peki neden Allah CC gözlere gizli olduğu halde Nur
Suresi’nde kendini yerin ve göklerin nuru olarak tanıtıyor? Burada bir zıtlık
yok mu?
-
Allah’ı görmek kalp gözüyle olmaz mı? Yani gözlerin
göremediği ama kalplerin gördüğü bir nur.
-
Sana bir sır vereyim mi? İşte bunda, imanın sürekli yenilenmesine
hizmet edecek bir düstur saklı!
Durup düşündüm birkaç saniye…
Allah’ın, yerin ve göklerin nuru olması, gözle değil kalple görülüyor olması ve
bunların iman hizmetiyle alakası… İman ve nur deyince, Aklıma 23. Söz’deki,
karanlık bir ortamda köprüden geçen yolcunun durumu geldi. Elindeki feneri kırınca
her yer aydınlanıyordu. Ama bunun, sorunun cevabıyla bir alakası var mıydı?
“Bilmiyorum” diye cevap verecektim ki, amca yine söze daldı:
-
İnsana Halık’ını tanıtan en büyük muarrif kimdir bilir
misin?
-
Efendimiz SAV ?
-
Hayır!
-
Hayır mı? … Kuran?
-
Hayır!
-
Kainat?
-
Hayır! Bizzat Halık’ın kendisi! Fakat O, bu saydığın
farklı dillerin hepsi ile konuşur. Yeri, göğü dolduran kelamı ile bize Kendini
anlatır. Anlatır ama, görünmez. İşte sana hem gizli hem de gürül gürül ışıyan
hakikat. Buna, iman hizmetinin bir düsturu olarak Nurlar’da ne denir bilir
misin? Gizli ışıma!
-
Gizli ışıma mı? Hiç öyle bir tabir okumadım Risaleler’de.
-
Sırran tenevverat!
-
Yani az önce bahsettiğiniz sır, sırran tenevverat mı,
deyip gülümsedim, çünkü bu kavram daha farklı bir konuya aitti, bildiğim
kadarıyla. O yüzden tekrar sordum:
-
Bu düstur, iman hizmetine karşı düşmanlık besleyenlerin
şerrinden korunmak için değil miydi?
-
Sana anlattıklarımın düşmanlarla bir ilgisi var mı?
Hakikaten, Allah’ın CC
Kendisini gizli ama gürül gürül anlatması şeklinde hiç düşünmemiştim, bu “üç
büyük muarrif” meselesini! Hele bunun bir de, sırran tenevverat kavramının bir
izdüşümü olacağını! Kafamdaki paradigmalar, mantıklar aniden sarsılmıştı. Aklım
sanki bir an elektrik kesintisine uğramıştı. Gözlerim amcanın gözlerine
kilitlendi.
-
Bizzat Celcelutiye’de bu tabirin geçtiği yerde, Allah’ın
nurunun gizli gizli parladığı dile getirilir. Gizli ışıma, yani!
Duyduklarım nedeniyle hayret
semasında beklenmedik bir şekilde pervaz ederken, aklıma takılan bir soru beni
tekrar dünyaya çekti:
-
Peki, iman hizmetinde sırran tenevverat nasıl oluyor?
-
23. Söz’de geçtiği şekliyle oluyor. Yani, iman hizmetinin
edeblerinden bir edeb.
-
23. Söz mü? Orada sırran tenevverat kavramın geçtiğini hiç
sanmıyorum!
Amca, hafif gülümseyip devam
etti.
-
Orada, iki dağ arasındaki köprüden geçen yolcunun elinde
bir fener var. O fenerdeki sorun neydi?
-
Azıcık verdiği ışığa mukabil asıl aydınlıktan mahrum
ediyor olması.
-
Nasıl oluyor da kendisi ışık kaynağı olduğu halde aydınlıktan
mahrum ediyor, peki?
-
Bilmem! Nasıl oluyor?
-
Kendini o yolcunun yerine koy. Karanlık bir ortamda
olsan, elindeki tek ışık kaynağından kurtulmak ister misin?
-
Tabi ki hayır.
-
Yani elindeki o fener, sebepler açısından bakınca,
tutunman gereken şey oluyor. Hâlbuki fark etsen ki elindeki, bir ışık kaynağı
olmaktan ziyade, daha büyük bir ışık kaynağını açan bir anahtar; televizyonun
kumandası gibi. O zaman durum değişir mi?
-
Tabi ki evet.
-
Bak şimdi, bunun gerçek hayattaki örneğine. Efendimiz’e
SAV, “kul bir peygamber mi sultan bir peygamber mi olmak istersin” diye
sorulduğunda, sebepler açısından bakarsan, daha çok iman hizmetine vesile
olacağı için sultanlığa sarılması beklenirdi. Hâlbuki o, sultanlığı reddetti, kul
peygamberliği tercih etti. Aynen, az önceki temsildeki yolcunun, elindeki
feneri kırması gibi. Efendimiz kendini sır haline getirdi ki, O’nun CC nuru
görünsün.
Demek ki Cebrail AS, bu seçimin
yapılması sırasında edebi tavsiye ederken, iman hizmetinin edebi olarak sırran
tenevverat yoluna işaret etmişti. Haddi zatında, buna paralel bir kavramı
sürekli duyuyorduk son zamanlarda:
-
Yani Efendimiz, kendini sıfırlama yolunu seçmişti demek
istiyorsunuz!
-
Aynen öyle. Şimdi, elindeki feneri bırakmayan yolcuyu
düşün; kendini sıfırlamayan ama iman hizmeti yapan biri. Bir insan, bile bile
böyle bir yanlışı yapmayacağına göre onu, farkında olmadan kendini
sıfırlamamaya iten ne olabilir?
-
İman hizmetinin yerine gelmesi için “sebeplerin
gerektirdiklerine kilitlenmesi” ? Ama burada hata nerede? Hep demiyor muyuz “Sünnetullah’a
riayet etmediğimiz için bu hallere düştük” diye?
Gerçekten de dinlediğimiz bütün
sohbetlerde, okuduğumuz bütün kitaplarda bu mesele bu şekilde anlatılıyordu.
Yani, Müslümanlar olarak sebeplere riayet etmeyi bırakmamızın cezasını
çekiyorduk. Bundan kurtulmanın yolu da, sebeplere riayet etmekten geçiyordu.
Ayet demiyor muydu: siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah da sizi değiştirmez?
-
İtirazında haklısın; hep sebeplere riayet etmeye çağrılırken
şimdi tam tersi şekilde anlaşılabilecek bir şeyler geliyor önüne. Bak şimdi! Kendini
sıfırlamadan iman hizmeti yapan bir insan, sebeplere riayet ederek hizmetini yapsa
ve beklediği neticeler de gerçekleşse ve bu riayet-gerçekleşme dairesi deveran
ederken diğer herkes de o kişiyi, model bir hizmet eri olarak takdim etmeye
başlasa ve bu hizmet eri gibi amel eden başka kişiler de aynı şekilde
bekledikleri neticeleri elde etseler n’olur?
-
Bilmem?
-
30. Söz’ü hatırla. Kendini sıfırlamayan bir ene, başka
varlıklara da bir pay verir. Yani kendini sıfırlamayan kişi, sebepleri de
sıfırlamamış demektir. Bu durumda da, “sebepler makinesine” koyduğu “cüz-i
irade malzemelerinden” elde edilen mamulleri alıyor gibi olur. Her ne kadar mantıkî
çerçevede sünnetullah’a uymak tabiri kullanılsa da, Allah’a duyulması gereken
minnet, sevgi ve şükran, sebepler makinesi tarafından sekteye uğratılmış olur. Bu
ise, iman hizmetinin asıl gayesi ile taban tabana zıt.
-
O zaman iman hizmeti yaparken sebeplere riayet etmeyecek
miyiz?
-
Yapılması gereken, sebepleri, asıl hüviyetine uygun
kullanmak. Onlar, Rabb’imizin vaz ettiği bir isteme edebi. Yani, “isterken
böyle isteyin” diye bize akıl diliyle öğretiyor Rabbimiz. O zaman bize düşen, edebine
uygun şekilde istemek; yani esbaba riayet etmek. Aynen Celaleddin Harzemşah’ın
yaptığı gibi. Yoksa, aklın nazarında insanlarla sebepler makinesini başbaşa
bırakan bir sünnetullah anlayışı, iman hizmetinin ruhuna muhalif düşer. Halkın
nazarındaki böyle bir hatadır ki Hz. Halid’in komutanlıktan azledilmesine zemin
hazırladı.
-
Yani “izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i
kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler
tesir-i hakikiden”.
-
Güzel söyledin.
Kendini sıfırlamak kavramı ile
sebeplere doğru bir şekilde riayet arasında böyle ince bir ilişki olabileceğini
hiç düşünmemiştim. Kendini sıfırlamak, manevi hayatımızla ilgili bir zirveydi
aklımda. Sebeplere riayet ise maddi dünyada yaşamanın olmazsa olmaz şartıydı.
İlki, belki de hiç ulaşılamayacak bir gayeyi, ikincisi ise hiç vazgeçilmeyecek
bir zemini teşkil ediyordu bana göre. Ama şimdi anlıyordum ki iman hizmeti
bağlamında, bu ikisi arasında tek-yumurta ikizi ilişkisi vardı. O ilişkinin bozulması
ise, sebepler perdesinin katılaşmasını, kalınlaşmasını netice veriyordu. Yani “sırran
tenevverat”ın zıttına “alenen tezallemet” oluyordu. Yine de aklımda son bir
nokta kalmıştı, hala cevap bekleyen:
-
O zaman kendimizi sıfırlayamadıysak, iman hizmeti
yapmayacak mıyız?
-
Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. En azından niyet
doğru tespit edilirse ve insan sürekli kendini bu konuda murakabeden geçirip
tövbe yolundan ayrılmazsa, Allah’ın rahmetinden umulur ki Kendine doğru yola
çıkan kullarını yolda bırakmasın.
-
Ama, tövbe etmek için, hatanın farkına varılması lazım. İman
hizmeti için sebeplere riayet perdesi arkasında kendini veya sebepleri
sıfırlayamama hatasına düşen biri, bu durumun farkına nasıl varacak? Neticede
kendini sıfırlamamaya çalışmıyor; aksine, kendini tamamen iman hizmetine veriyor. Kendini veya sebepleri sıfırlamanın ya da sıfırlamamanın göstergesi
nedir?
-
Bir teleskop düşün; onun merceğine bakan kişi doğru
odaklanırsa, yıldızları görür, ama odaklanma hatası yaparsa, merceğin kendisini
görür. İman hizmetine vesile olan fertler ve onların yaptıkları, iman
hakikatlerinin görülmesi için birer teleskop mesabesindedir. Eğer onlar
yeterince şeffaf olamazlarsa, göstermek istedikleri hakikatler yerine bizzat
kendileri görünürler. Bu da, 30. Söz’de anlatılana benzer bir şeffafiyet sorunu
demektir. Yani yeterince sırran olunamıyor demektir. Böyle olunca da, elde
edilen neticelerin arkasında, yapılan fedakârlıklar, organizasyonlar görünür.
Takdirler ve teşekkürler de yine aynı fertlere takılır. Ki bu hatayı, o
fertlerin bizzat kendileri de yapabilirler.
-
O zaman iman hizmetine vesile olan kişilerin, mümkün
olduğunca görünmez olması gerekiyor ki ne kendileri ne de muhatapları asıl ışık
kaynağından mahrum olmasın.
-
Barekallah! Bizim vazifemiz “sırran”. “Tenevverat” ise
O’nun hakkı.
Amca sırtımı sıvazladı, bana
bir veda gülümsemesi gönderdi ve sokağın köşesini dönüp gözden kayboldu.
No comments:
Post a Comment