Saturday, December 10, 2016

Bişii olmaaz, boşveeer!

"İşleyen çarka dokunma" şeklinde özetlenebilecek ve aslında gizli bir tembelliğin belirtisi olan halimizi (Tembellik 1.0) bilirsiniz. Bir de bunun, "yeterince bozulmamışsa, tamir etme" şeklinde ifade edilebilecek, bir üst sürümü (Tembellik 2.0) vardır. Dış dünyaya karşı gösterdiğimiz bu kopukluğun aslında iç dünyamıza, daha net ifadesiyle kendimize, bakan bir yönü de söz konusudur. 


Aynen dış dünyada, tıkırında giden veya müdahale mecburiyeti olmayan şeylere dokunmaya üşendiğimiz gibi kendimizle alakalı bazı soruları cevaplama, veya var olan cevapları derinleştirme, geliştirme hususunda da mecbur olmadıkça uğraşmama eğilimimiz vardır. En basitinden "ben neyim, varlığımın manası ne" soruları, insan tabiatı gereği 4-5 yaşlarında gün yüzüne çıkar, ve ebeveynlerin bilgi ve ilgisine göre cevaplanır. Ama tatminkar olarak cevaplanması yerine genelde geçiştirilir. Daha sonra ergenlik çağında "ben kimim, hayatımda gayem ne" soruları bilinçaltını rahatsız eder. Bu sefer de aileye ek olarak çevre güdümünde bir cevap arayışına girilir. Ama yine tatminkar bir cevap yerine, sürüden ayrılmama ve hayatta kalma eksenli bir cevap oluşur. Üniversite ve sonrasında aynı sorular tekrar kafa kurcalamaya başlayınca da bu sefer gündelik hayatın kargaşası ve diğer mecburiyetlere kurban gider bu sorular. Öte yandan artık o kadar da mecburiyet arz etmeyen sorular haline gelmişlerdir. Ne de olsa 20-30 yıldır tatminkar cevaplar olmadan da hayatta kalabilmiş ve bazı işlere ve başarılara imza atmışızdır. Bir de işin başka yüzü var: ne de olsa "fazla derinlere gidersek fıttırırız"; hem "evliya veya filozof değiliz ki"; hem "böyle şeyler karın doyurmaz ki".



Böylece, varlığımız, kimliğimiz, hayatımızın gayesi, hayatta ve toplumdaki rolümüz gibi konularda tatminkar olsa da olmasa da bazı fonksiyonel geçerliliği olan bilinçaltı yapılara kendimiz teslim ederiz. Yani kendimizi, kendi irademizle sorgulayıp geliştirme yerine, eksiğiyle-yanlışıyla kabulleniriz. Halbuki bu hoşgörü maskesi altında, tembellik ve ihmalkarlığımız vardır. Ne var ki nefisten kaynaklanan bu tembellik ve ihmalkarlık, insanın yaratılış gayesi ile taban tabana zıttır.

Fizikte eylemsizlik başlığı altında incelenen bu tembellik, bir maddenin, sahip olduğu hareketi koruma isteği olarak açıklanır. İnsan da, kendisini sorgulamaya ve değiştirmeye yönelik müdahaleler olduğunda, kendini değiştirmeme yönünde tepki verir. Sahip olunana karşı duyulan sevgide aşırıya kaçmaktır, bu hal. Böyle bir bağlılığın aşırı safhalarına "bağnazlık, statükoculuk, körü körüne aşk" denir. Herkes aynı seviyede olmasa da bu özelliğe sahiptir. Kendine göre bir yaratılış hikmeti de vardır. Mesela korunması gerekenleri korumamız için ve ayrıca entelektüel kaynaklarımızı en verimli bir şekilde kullanabilmemiz için bir otopilot mekanizma olarak verilmiştir, eylemsizlik. Ne var ki, insanın "kalas olarak gelip kalas olarak gitmesi" için de verilmemiştir.



İnsanoğlunun kendi kimliği yani egosu hakkındaki bu tembel tavrı nedeniyledir ki, ara sıra ırgalanması gerekir. Musibet dediğiniz şey her zaman mutlak kötülük değildir. Pek çok kere, işlerin alışılmışın dışına çıkmasına veya bizim kontrolümüzden kurtulmasına musibet deriz. Böyle zamanlarda, insan tekrar kendini sorgulama ve değiştirme için soluklanma fırsatı bulabilir. Yani musibetler, insan egosundaki eylemsizlik olgusunun tabiatperestlik hastalığı şekline dönüşmesi durumunda bir sigorta olarak yetişir. Acı da olsa, şifalı bir ilaçtır.

Bundan dolayıdır ki musibet zamanında direk musibetin kendine odaklanmak yerine onu doğuran nedene odaklanmak tavsiye edilir. Ah-of demek yerine salih amellere yönelmek gerekir. Öyle ki, musibet geçtiğinde, biz de tekrar eski benliğimize dönmeyelim, yeni musibetlere davetiye çıkarmayalım.







No comments:

Post a Comment