İnsanın davranışlarının ve güdülerinin arkasındaki üç temel kuvvet olarak şehvet, akıl ve öfke sıralanır. Daha meşhur ifadesiyle akıl-kalp-beden, ya da teknik ifadesiyle kuvve-i şeheviyye, kuvve-i akliyye ve kuvve-i gadabiyye. İnsan benliğinin temelindeki bu kaynaklar, aynı zamanda medeniyet ve kültür bağlamında da her şeyin kaynağında yer alır. Peygamberlerin hayat hikeyeleriyle temsil edilen ilâhî terbiye, bu üç kuvvetin öncelikle keşfi, helal yola kanalize edilip o yönde tatmin edilmesini hedefler. Yine ilâhî terbiye, bu kuvvetlerin aşırılaşmaması için de sınır olarak kişinin kendi ve toplumsal faydasını kriter olarak alır. Burada faydadan kasıt, sadece dünya mutluluğu değil ahiretteki mutluluk da dahil. Bunların iman hizmetiyle alakası ise aslında gayet basittir: mesela karnı aç olan kişinin fıtri ihtiyaçları, onun iradesini zora sokar, dolayısıyla da inandıklarını hayata geçirmekte zorlanır, hatta başarısız olabilir. Bu durumun oluşturacağı suçluluk duygusu da onu iman dünyasından uzaklaştırır. O zaman, iman hizmetinin önemli ayaklarından biri, insanın fıtri ihtiyaçlarının helal yoldan karşılanması olmalıdır.
Yukarıda bahsedilen bağlamdaki ihtiyaçların analizine geçmeden önce iman hizmeti kavramını ortaya atan Bediüzzaman Hazretleri'nin tarih sahnesine çıktığı zamanki ihtiyaçlara göz atalım. 1800'lerin sonları 1900'lerin başları itibariyle Müslümanların maddi olarak yokluk çekmeleri söz konusuydu ama bu, onların iman dünyalarındaki bir sorundan değil, sürekli savaş halinde olmalarından dolayıydı. Kader bağlamında bu ikisi arasında bir ilişki söz konusu olabilir, ki Üstad'ın bir rüyasında âlî bir mecliste verdiği cevaplar bu mahiyettedir. Fakat, bizler kader açısından değil kendi iradelerimiz açısından hadiseye bakıyoruz. Dolayısıyla kuvve-i gadabiyyenin tatmini noktasında bir açlık söz konusu olmakla birlikte imanla dolaylı olarak bir bağlantı söz konusudur.
İkinci olarak kuvve-i şeheviyyenin tatmini noktasında da ahlâkî açıdan bazı çöküntüler olmakla birlikte bunlar yine imanla direk değil dolaylı olarak alakalıdır. Fakat aklî açıdan, modern bilim ve felsefenin bulguları ve beraberinde getirdiği sorular, insanların kafalarını bulandırmakta ve imanı direk olarak tehdit etmektedir. Bu yüzden de bahsedilen devrin iman hizmetinin birinci ve olmazsa olmaz odağı, imanın akla yaklaştırılması ve rasyonel olarak izah edilmesidir. Ki Üstad'ın yaptığı da tam olarak budur. Böylece imanî açıdan aklı tatmin olan insanlar, diğer açılardan da bir ıslah yoluna girer, Allah'ın hidayetiyle.
Günümüze geldiğimizde ise öncelikle cevaplanması gereken bir soru vardır: İmanı tehdit eden şey(ler), bilim ve felsefe kökenli midir, yoksa başka mı? Eğer birincisiyse, bunun ilacı olarak gerekenler, esas olarak Risale-i Nur'larda ve başka eserlerde mevcuttur. Bunların okunup anlaşılması veya insanlara anlatılması meseleyi çözecektir. Fakat eğer imanı tehdit eden faktörler bilim-felsefe haricindeyse, geçen yüzyılın sorunlarını çözen ilaçlar, bizim hastalıklarımıza karşı yetersiz kalacaktır.
Ahir zamandaki biyolojik hastalıklar bile kendilerini sürekli değiştiriyorlar, geliştiriyorlar (grip, aids, kanser). Hâl böyleyken, manevi ve imani hastalıkların hiç değişmediğini zannetmek saflık olur. Hele ki bahsedilen zaman süresi 100 yıl ise. O zaman, bir ihtiyaç analizinin yapılması gerekmektedir. Burada benim sunacağım, böyle bir analizin neticesidir. Benzer başka analizler de ve başka sonuçlar da elbette mümkündür. Problem ve ihtiyaçların tespitine yönelik gayretler, öncelikli ihtiyaçtır.
İlk olarak kuvve-i akliyye açısından bu devirdeki ihtiyaçlar ne olabilir, ona bakalım. Bu devirde artık insanlar, felsefik sorularla birinci dereceden ilgili değiller. Bir kaç cümleyi aşan yazılar (mesela bu yazı), okunabilme sınırını aşmış oluyor. İnsanlar 5-10 saniyeden fazla düşünmeye odaklanamıyor. Hazcılık tabir edilen, anı yaşamak ve "üzümü yiyip bağını sormamak" söz konusudur. Tüketim psikolojisi içerisinde imana dair değerler bile, tüketim malzemesine dönüşmektedir. İbadetler, robotik hareketlere hapsolmakta, inançlarla amellerin arası giderek açılmakta, "ne orada ne burada saf tutmamak, rüzgar nereden eserse oradan görünmek" şeklinde bir boşvermişlik ve bir taklitçilik göze çarpmaktadır. Bütün bunlar da, insanların akıldan istifası ve hayvanlaşması demektir. Bir insanın imanının makbul olması ve daha da önce, onun imanla mes'ul olması için, o insanın akıl sahibi olması gerekir. Akıl sahibi olup aklı kullanmamak ile akıl sahibi olmamak arasında çok fark olmadığına göre ve birincisi bizzat Kuran tarafından yerildiğine göre, iman hizmetinin akıl ayağında, insanların akıl sahibi olduklarını hatırlamaları ve onu kullanmalarının sağlanması olmalıdır. Aktif bir akla, imanı teklif edebilirsiniz, ama aktif olmayan bir akıl için böyle bir teklif manasızdır.
İkinci olarak kuvve-i gadabiyye açısından, kuvvetlinin haklı değil, haklının kuvvetli olduğu bir toplum idealdir. Kuvvet, hakkın emrine verildiğinde, adalet sağlanır ve medeniyet adına bildiğimiz bütün değerler yeşerir. Demokrasi ve temel hürriyetler de, aynı temele dayanır. Bunun olması için pekiyi ne yapılabilir? Her insan entelektüel olmadığı ve aklî izahatlardan anlayamayacağına göre daha başka yollar düşünmek gerek. Bu noktada bir çözüm, sanatlara yönelmektir. Sanat, insandaki hürriyet duygusunu kamçılayan bir olgudur. Aynı zamanda insanın, ilahî sanatı takdir etmesi için de tefekkür malzemesidir. Sanat, kuvvetin terbiye edilmesi suretiyle maddeye şekil verilmesi ve oradan da sonsuzluğa pencere açılmasıdır. Sanattan mahrumiyet ise, karnını doyurup hayatta kalma odaklı bir sürü hayatıdır. İnsanların, imanla bağdaşmayacak işlere bulaşıp hem kendilerini hem de başkalarını iman dünyasından uzaklaştırmamaları için sanatla ilgilenmeleri hayatidir. Bunu yaparken de birilerine beğendirme, yarışmalara girme gibi meselenin ruhunu kaçıran ve insanı hür düşünceden uzaklaştıran dış etkenlerden uzak durmak gerekir. Klasik ifadesiyle, "toplum için yapılan sanat", "sanat için yapılan sanat" temeli üzerinde yükselen bir binadır. Özetle, iman hizmetinin kuvve-i gadabiyye ayağında, sanata yönelme olmalıdır.
Son olarak kuvve-i şeheviyye açısından, öncelikle şehvetin ne olduğunun doğru anlaşılması gerekir. Şehvet deyince sadece ve sadece cinsellik anlaşılması, bu kavrama karşı bir edebsizliktir. Şehvet, cinsellik de dahil olmak üzere, sevginin bütün çeşitlerini kapsayan cevheri ifade eder. Arkadaşlar arasındaki sevgiden tutun bir anne ile çocukları arasındaki sevgiye, toplumun fertleri arasındaki sevgiden tutun doğaya karşı duyulan sevgiye kadar çok geniş bir spektrumu kapsar, şehvet. Hatta, eşler arasında da, tek ilişki cinsel değildir. Bunu da içerecek şekilde karı-koca arasındaki ilişki, farklı zamanlarda farklı sevgi burçlarında seyahat edebilir.
Şimdi bu bağlamda tekrar düşünelim. Önce problem tespiti! Şehvet kelimesinin tek manaya indirgenmesinde olduğu gibi şehvetin helal yoldan tatmini ve imana uygun bir zemine kanalize edilmesi için de tek reçete bilinir: evlilik. Bu, yanlış olmamakla birlikte eksik bir reçetedir. Çünkü, şehvetin ve evlilik kavramlarının sadece tek yönü hedeflenmektedir: cinsellik. Herkesin ezberine girmiş bu ihtiyaç-reçete ikilisi de, dejenerasyon fırtınasından nasipsiz kalmamıştır. Yapılan evlilikler, giderek daha fazla oranda boşanma ile sonuçlanmakta, süren evliliklerde eşlerin mutluluğu ve huzuru giderek azalmakta, yeni yetişen nesillerde evlenme yaşı ortalaması giderek yükselmekte. Kısaca, şehvet hususunda tek çözüm diye lanse edilen evlilik bile, etkinliğini yitirmekte. Bununla beraber, cinsellik hususunda kültürel olgularla dini olgular birbirine karıştırılmakta ve insanlar, bu konudaki tabularının kurbanı olmakta:
- Dindar insanların cinsel isteklerden arınmış olması gerektiği tabusu,
- Bir bayan veya erkeğin görünümü (kılık-kıyafet-davranış) nasıl olursa olsun, eğer eşin değilse, ona karşı cinsel hisler beslememen gerektiği tabusu,
- Toplum için önder konumundaki insanların (sanatçı, düşünür, politikacı, din adamı, vs.) cinsel arzulardan arınmış olması gerektiği tabusu,
- Cinselliğin kamil insan ve kamil imanla bir alakasının olmadığı ve dolayısıyla din büyüklerinin hayatlarındaki bir takım hadiselerin sadece ve sadece mecburen ve/veya kerhen gerçekleştiği tabusu
- ...
Bu liste uzatılabilir. Fakat insanlar kabul etse de etmese de, bu durumdan kaynaklanan hem psikolojik hem sosyolojik hem de fizyolojik problemlerle karşı karşıyadırlar. Bunların çözümü adına da kendilerini sorgulamak veya davranış değişikliğine gitmek gibi bir halleri de görünmüyor. Günümüzdeki bilumum medya da, bu durumun farkedilmemesi ve imanla zıt hallerin normalleşmesine katkıda bulunuyor. "Normal haramlar" gibi bir kavramla içiçe yaşıyoruz. Fazla uzatmadan asıl konuya dönersek, şehvet kavramından anladığımız tek manayı rayına oturtma hususunda bile sınıfta kalıyoruz. O zaman n'apacağız?
Öncelikle, şehvetin farklı yönleri olduğunun kabul edilmesi ve en çok ihmale gelen iki yönünün acilen takviye edilmesi gerekir. İnsanlar giderek doğadan ve doğa sevgisinden uzaklaşmakta, ki bu onların tefekkür ve sanat dünyalarını da baltalamakta. Birinci olarak, insanların tekrar doğayla buluşması sağlanmalıdır. İkinci olarak da evliliklerin başarılı olması ve eşler için tatminkar olmasının yolları bulunmalıdır. Özetle, iman hizmetinin kuvve-i şeheviye ayağında, insanın doğayla buluşması ve evlilik müessesesinin ikamesi yer almalıdır.
Son olarak tekrar belirtmek isterim ki burada sıraladıklarım, kendi tecrübelerim doğrultusunda düşünce dünyamda şekillenenler. Bunlar eleştiriye açıktır ve başka düşünceler de üretilebilir. Birbirimize karşı hayırhah olmanın gereği de, öncelikle böyle düşünce ve amel gayretlerinde bulunmak ve sonra bu tip başka gayretlere destek olmaktır.
No comments:
Post a Comment