Bir dostumun fonksiyonlarla ilgili hassasiyeti vardı ve insanların fonksiyon kavramını anlamasını sağlarsak pek çok problemin çözüleceğini söylerdi. Bunu matematiksel olarak örneklendirmek gerekirse bir makine düşünün. İçine 2 atınca 4 çıkıyor, 7 atınca 14 çıkıyor, 13 atınca 26 çıkıyor. Biraz dikkatli ve temel matematik eğitimi almış bir kişi, bu makinenin "ikiyle çarpma fonksiyonu" olduğunu anlayacaktır. Yani "çıktı = 2 tane girdi" veya "y=2x" .
Bu kalıbı göremeyen kişi içinse yukarıda verdiğim 3 sayısal örnek, birbirinden tamamen alakasız, aynı çatı altında toplanamaz ve dolayısıyla da anlaşılmaz 3 farklı olaydır.
Başlıkta geçen fonksiyon kısmını anlattık. Şimdi kaldı işin zor kısmı. Ama buraya kadar anladıysanız, o kadar da zor değil. Yapacağımız şey kısaca şu:
Perestiş(put) = Allah'a iman
denkliğinin hangi hayat tecrübelerinde ve nasıl sağlandığını inceleyeceğiz.
Putperestliğin detayları toplumdan topluma değişebilmekle birlikte ben burada Araplar arasında 6. yy'da hakim olan şekli üzerinden konuşmak istiyorum. Hz Muhammed SAV'in devrinde yaşamış putperestler, Allah'a da inanırlardı, ama buna ek olarak putların kendilerini Allah'a yaklaştırdığını veya duaların kabulünü sağladıklarını düşünürlerdi. Ve bunlar haricinde o putun yapıldığı maddeye değil onun içindeki ruha taptıklarını söylerlerdi. Bu şekilde baktığınızda, temel ögeleri itibariyle sorun olmaması gerekir, öyle değil mi? Neticede şefaat kavramı İslam'da da var. Kabe'ye doğru secde ederken aslında Kabe'nin kendisine secde etmiyoruz. O zaman sorun nerede?
Sorun, Allah, onun hakkında bir ayet indirmediği halde, direk-indirek bildirim yapmadığı halde bir takım şeyleri kulluk noktasında Allah'a ortak koşmakta. Daha kitâbî olmak gerekirse, şirk yani. Şimdi buradan, şirk ve putperestlik kelimelerinden mülhem putlaştırma fonksiyonunu alalım ve ikinci örneğe bakalım.
İkinci örneğimiz, tarihsel olarak daha geriden. Yıl, mîlâdî 1 (yazıyla bir). Babasız bir çocuk doğuyor, mucizevi olarak. Daha kundaktayken konuşuyor. Büyüyüp de Allah'ın mesajını insanlara anlatmaya başladığında, içinde bulunduğu toplum tarafından sıcak karşılanmıyor ve öldürülmeye çalışılıyor. Ama Allah CC onu göğe yükseltiyor. Öldü zannedilen bu kişi, 2 gün sonra, kendine inananlara tekrar görünüyor. Takip eden yıllarda, bu insan üzerinden gelen ilahi mesaj, tabiatperest Roma halkının içine yayılıyor. Fakat bu sırada, o zamanki Yunan inançları, ilahi mesajın orijinaline karışıyor ve paygamber konumundaki bu kişi, Allah'ın, haşa, kendisi konumuna çıkarılıyor. Fonksiyonel olarak önceyle sonra arasında hiç bir şey değişmiyor: onun şefaat hakkı sabit, ilahî mesajın anlatımı sabit, ölümden geri dönmüş olmak sabit, Allah'ın kendi ruhundan ona üflemiş olması sabit. Fakat insanlar bunların ötesine geçip, peygamberi Allah'a şirk koşma konumuna geliyorlar. Bizim ifadeyle, ölçüsüz sevgi ve takdir yüzünden, "peygamberi putlaştırıyorlar".
Bu arada hemen belirteyim, yukarıda yazılanlar tamamiyle teolojik bir analiz olup hiç kimseye cennet-cehennem bileti kesmek gibi bir saçma maksatla yazılmamıştır.
Filmi ileri sarıp tekrar İslamiyet'in geldiği yıllara bakarsak, Efendimiz SAV'in vefatının akabinde sahabenin ileri gelenlerinden bir kısmının bu ölümü kabullenemediğini görürüz: "Kim Muhammed öldü derse, kellesini alırım"... Bu hengamede, Hz Ebu Bekir ve başka bir sahabe farklı mekanlarda ortaya çıkarak durumu teskin ederler: "Her kim Muhammed AS'a inanıyorsa bilsin ki o öldü. Kim de Allah'a inanıyorsa işte O bâkîdir."
Peki bu şaşkınlık hali neye rağmen oluyor? Peygamberimizin hayatı boyunca cereyan eden ve onun da insanlardan bir insan olduğunu vurgulayan onlarca hadiseye rağmen. O zaman burada sahabenin peygamberi putlaştırdığını iddia edebilir miyiz? Hayır elbette, ancak fonksiyon olarak arka planda öyle bir şeyin çalıştığı da ortada!
Bu üç örnek üzerinde düşünürseniz ve biraz da cesaretli ve insaflı olursanız, putlaştırma fonksiyonunun tarih boyunca az ya da çok, ama hep, aktif olduğunu görürsünüz. Dahası, biraz algı bilimi ve beynin çalışma prensiplerini incelerseniz, bu putlaştırma fonksiyonun beynimizle uyumlu olduğunu da görürsünüz! Örnek mi?
19. yy'da büyük çapta şekillenmiş olan fizik ve kimya gibi temel bilimler, insanlara tabiatı tahmin etme ve yönlendirme imkanı sağladı. Bizim bugün temel bilimler dediğimiz alanların ise asıl ismi tabiat felsefesi idi. Kütle çekimi kanunu, örneğin, gök cisimlerinin hareketini açıklamada oldukça başarılı bir şekilde kullanılabiliyordu. Ama "kütle neden çekiyor" sorusunun cevabı "kütle, kütle olduğu için çeker" şeklindeydi. Aynı sorunun bugünkü cevabı daha farklı ama o yeni cevap da benzer soru karşısında aynı kısır döngüye girmektedir: "öyle olduğu için öyle". Bu niye önemli?
Çünkü beklenen özelliği o varlığın kendine, yani tabiatına, atfederek o özelliğin onda sürekliliği kabul edilmiş oluyor ve böylece o varlığı putlaştırmaya kapı aralanıyor. Halbuki tabiattaki hiç bir kanunun 1 saniye sonra bile var olacağının garantisi yoktur. Biz sadece öyle olmasını temenni ederiz, çünkü başka türlüsünü rasyonel olarak anlayamayız. Bu duruma literatürde tabiatperestlik denir. İyi ama tabiatı anlayabilmemiz için beynimizi ve psikolojimizi böylece yaratan Allah değil mi?
Öncelikle bizim, varlıkların kendilerini veya özelliklerini sürekliymiş gibi kabullenmemizin altında yatan neden, kendi sürekliliğimizi istememizdir. Bizi yaşatan şeyleri severiz ve bizi yaşamdan uzaklaştıran şeylerden korkarız. Belirsiz tabiat, ikinci gruptandır. Öte yandan tahmin ve kontrol edilebilir tabiat ise ilk gruptadır. Ve bu psikolojik altyapıyı yaratan da bizzat Allah CC'dur.
Şimdi, sevgi ve putlaştırma arasındaki ilişkiye bakmak üzere havalanıyoruz. Kemerlerinizi bağlayın.
Kuran-ı Kerim'de ana-baba hakkına riayete vurgu vardır. Allah'a karşı gelme, haramlara girme haricinde, onlara saygı vardır:
"İnsana da, anne babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi, onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: “Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadır.” Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim." (Lokman 14-15)
Neden? Çünkü insan, kendi varlığını başlatanlara saygılı olmaya çalışarak gerçek Hayy-ı Kayyum'a takvalı olmayı öğrenir. Ki zaten anormal bir durum olmadıkça insan, özellikle hayatının ergenliğe kadar olan kısmında, anne-babasını sever, onları referans alır. Bu sevgi, onların bizim varlığımızı başlatmaları ve devam ettiriyor olmalarındandır. Bundan dolayı da küçük çocuklarda 2-3 yaşlarında "ayrılık endişesi" denen bir aşırı hassasiyet dönemi vardır. Çünkü anne-babanın olmadığı yerde kendi varlığımız ve bu varlığın manası tehlikeye girer (en azından o yaştaki çocuğun gözünde). Peki küçük çocuğu anne-babasını putlaştırma eğiliminde yaratan kim?
Bütün bunları düşününce ilk netleşen sonuç, putlaştırma fonksiyonunun bir helali haramı olması gerektiğidir. Peki, Allah CC, bizi Kendisine yönlendirmek için bu özelliğimizi nasıl terbiye ediyor?
Beynimizdeki en temel fonksiyon, varlığını devam ettirmedir. Fakat bunu sağlamaya yönelik eğilimlerin terbiye olması gerekir ki hem ahlakî hem de îmanî problemler ortaya çıkmasın. Meseleyi negatif bir örnekle açmak gerekirse, Mekke ve Medine'deki münafıklar aslında, bazen öyle bazen böyle gözükerek, kendi sürekliliklerini sağlamaya çalışıyorlardı. Fakat nörofizyolojik olarak normal olan bu hal, ahlak ve iman olarak bir çöküntüyü resmetmektedir.
İlahî terbiyenin bu noktadaki tecellisi, insanın kaldırabileceği sınırları aşmamak kaydı ile, peyderpey bu "fonksiyonel putları" etkisiz hale getirerek kalbleri kendine çevirmek şeklindedir. Böylece, sevdiği insandan ayrı düşen kişi veya bayraklaştırdığı kişi(ler)in aczini gören birey, asıl "süreklilik kaynağına (Kayyum)" yönelmek için fırsat bulur.
Fakat bu fırsat, otomatik olarak gole dönüşmez; irade gerektirir. İradî olarak Allah'ı görmeyen insan beyni, mutlaka başka bir "fonksiyonel put" bulacaktır ve ona kayıtsız-şartsız gönül verecektir.
No comments:
Post a Comment