Monday, December 12, 2016

Gururun Faydaları


Gururun da faydası mı olurmuş? Sahip olduğunuz kültüre göre gurur, iyi de algılanabilir, kötü de. Fakat hangi kültürde olursanız olun, gurur eksenli kullanılan kelimeler ve anlamların nüanslarının farkına varmak önem arzeder.

Bu bağlamda Türkçe'yi incelediğinizde, hemen "gurur-kibir" ikilemesi akla gelir. Bu ikisi aynı mıdır? TDK Büyük Sözlük'e göre:

Gurur: 1. Kendini beğenme, büyüklenme, benlik, kibir. 2. Övünme. 3. Kurum, çalım.

Kibir: Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, benlik, gurur.

Aralarında pek fark yok gibi görünüyor. Ne var ki ben, gerek günlük kullanım gerekse dini literatürdeki anlamlardan yola çıkarak, bu ikisini bir nüansla ayıracağım.


Kibir, ontolojik olarak, yani hiç bir şey yapmaya gerek olmadan, sadece varlığınla sahip olduğun özelliklerle kendini üstün görmek. Örneğin, ait olduğun ırk veya milletten dolayı kendini üstün görmek. Ateşten yaratılmış olduğu için Şeytan'ın kendisini, topraktan yaratılmış olan diğer varlıktan (insan) üstün görmesi de aynı başlık altında incelenebilir.

Gurur ise, daha çok yapılan bir iş, edinilen bir başarı nedeniyle hissedilir. Bir yarışmada derece almak, iş dünyasında başarılı olup zengin olmak gibi. Kibirli olan bir insan, hiç bir başarıya imza atamasa da kendini üstün görür, gururlu ise, sadece başarı durumunda bir üstünlük hisseder.


Peki gurur ve kibiri kötü yapan ne? Örneğin bir insanın, insan olduğu için diğer varlıklardan üstün olduğu ortada iken bu üstünlüğü hissetmek neden kötü oluyor? Veya başarılı olmak güzel bir şeyken ona ulaştığımızda hissettiğimiz o tatmin duygusu neden kötü oluyor?

Bu hisler üzerinde biraz düşünce egzersizi ve biraz da inceleme yaparsanız, aslında temelde olumlu bir köke dayandıklarını ve fakat verdikleri meyvelerin yanlış yönde kullanıldığını hissedebilirsiniz. Daha somut konuşursak, size doğuştan verilen bir takım özelliklerin farkına varmak (örneğin doğuştan sahip olduğunuz kabiliyetler veya kaliteler), onlar için şükretmek ve onları geliştirip iyi yolda kullanmak için ön şarttır. Ne var ki bu özelliklerinizin sizin kendinizden kaynaklandığı gibi bir his yanılgısına düşmek, şükür kapısını kapatıp kibir denen hastalığa yola açacaktır. Dikkat ederseniz, bu özelliklerin farkına vardıktan sonra onların varlığına dayalı negatif hislerin ismi var (kibir), ama aynı farkındalığa dayalı pozitif hislerin ismi ne? Yani kibrin zıttı?

Benzer şekilde, bir şeyler başarıldığı zaman duyulan tatmin ve mutluluğun bir üstünlük hissettirmesi, bu nimetin farkına varılması, onun için şükredilip iyi yollara kanalize edilmesi için bir ön şarttır. Fakat bu başarının mutlak manada kendinden kaynaklandığı şeklinde düşüncelere ve hislere kapılmak gururdur. Yine, negatif durumun ismi varken pozitif durumun ismi pek bilinmiyor. Gururun zıttı ne?


Aslında bunların olumlu kullanımlarının da isimleri var fakat nüanslar üzerinde düşünülmediği için farkına varılmıyor. Sırayla gidersek, kibir kavramının zıttı, onur şeklinde isimlendirilebilir (örneğin insanlık onuru, ilmin onuru). His ve hatıralarınızı yoklarsanız, onur kelimesinin çağrışımları ile kibir kelimesinin çağrışımlarının aynı olmadığını farkedeceksiniz. Onur, yine doğuştan veya ontolojik olarak sahip olunan üstünlüklerden kaynaklanan bir üstünlük hissi olmakla birlikte bu üstünlüğün olumlu yönlendirilmesini resmeder. İlim sahibi bir insanın, zeka ve akıl üstünlüğü ile kibirlenip fildişi kulelere çıkması olasıdır ama ama aynı kişinin, akıl ve zekasıyla orantılı olarak kapsamlı bir şuura sahip olması ve şuur sahibi olmanın onurundan "haddini bilme erdemini" göstermesi de mümkündür.

Gurur kavramının zıttı ise namus olarak nitelenebilir. Günlük hayatta namusun sadece cinsel bağlama indirgenmesi, bu noktadaki farkındalığımızın çerçevesini ortaya koymaktadır. Bir işi yaparken onu en mükemmel, en kaliteli şekilde yapmak ve böylece başarıya ulaşmak, sonra da bu yapılan işin ve sonucun güzelliğinden gurur duyup kendini mükemmelliğin yaratıcısı gibi hissetmek olası bir uç olsa da aynı mükemmeliği gerek süreçte gerekse sonuçta yakalayıp, bunlar üzerinden asıl kemal sahibine aynalık ediyor olmanın şuuruna ulaşmak ve bu aynalık vazifesinin namusuna uygun hassasiyetle işine devam etmek de mümkündür.


Dolayısıyla gururun faydalarından kasıt da aslında namusun faydaları oluyor. Daha genel konuşmak gerekirse, onur ve namusun faydaları. Bunlar ayrı bir tartışma ve inceleme konusu olabilir fakat hemen söylenebilecek bir fayda şu ki, birisi size karşılığında para veya başka bir ücret verse de vermese de siz, sahip olduklarınızın israf olmaması ve ölmemesi için hangi şart altında olursa olsun çaba sarfedersiniz. İşlerinizdeki hassasiyetinizi, birileri takdir etse de etmese de veya kontrol etse de etmese de devam ettirirsiniz.

Vaktiyle bir ilim insanının dediği gibi: "Once a hodja, always a hodja."







Saturday, December 10, 2016

Bişii olmaaz, boşveeer!

"İşleyen çarka dokunma" şeklinde özetlenebilecek ve aslında gizli bir tembelliğin belirtisi olan halimizi (Tembellik 1.0) bilirsiniz. Bir de bunun, "yeterince bozulmamışsa, tamir etme" şeklinde ifade edilebilecek, bir üst sürümü (Tembellik 2.0) vardır. Dış dünyaya karşı gösterdiğimiz bu kopukluğun aslında iç dünyamıza, daha net ifadesiyle kendimize, bakan bir yönü de söz konusudur. 


Aynen dış dünyada, tıkırında giden veya müdahale mecburiyeti olmayan şeylere dokunmaya üşendiğimiz gibi kendimizle alakalı bazı soruları cevaplama, veya var olan cevapları derinleştirme, geliştirme hususunda da mecbur olmadıkça uğraşmama eğilimimiz vardır. En basitinden "ben neyim, varlığımın manası ne" soruları, insan tabiatı gereği 4-5 yaşlarında gün yüzüne çıkar, ve ebeveynlerin bilgi ve ilgisine göre cevaplanır. Ama tatminkar olarak cevaplanması yerine genelde geçiştirilir. Daha sonra ergenlik çağında "ben kimim, hayatımda gayem ne" soruları bilinçaltını rahatsız eder. Bu sefer de aileye ek olarak çevre güdümünde bir cevap arayışına girilir. Ama yine tatminkar bir cevap yerine, sürüden ayrılmama ve hayatta kalma eksenli bir cevap oluşur. Üniversite ve sonrasında aynı sorular tekrar kafa kurcalamaya başlayınca da bu sefer gündelik hayatın kargaşası ve diğer mecburiyetlere kurban gider bu sorular. Öte yandan artık o kadar da mecburiyet arz etmeyen sorular haline gelmişlerdir. Ne de olsa 20-30 yıldır tatminkar cevaplar olmadan da hayatta kalabilmiş ve bazı işlere ve başarılara imza atmışızdır. Bir de işin başka yüzü var: ne de olsa "fazla derinlere gidersek fıttırırız"; hem "evliya veya filozof değiliz ki"; hem "böyle şeyler karın doyurmaz ki".



Böylece, varlığımız, kimliğimiz, hayatımızın gayesi, hayatta ve toplumdaki rolümüz gibi konularda tatminkar olsa da olmasa da bazı fonksiyonel geçerliliği olan bilinçaltı yapılara kendimiz teslim ederiz. Yani kendimizi, kendi irademizle sorgulayıp geliştirme yerine, eksiğiyle-yanlışıyla kabulleniriz. Halbuki bu hoşgörü maskesi altında, tembellik ve ihmalkarlığımız vardır. Ne var ki nefisten kaynaklanan bu tembellik ve ihmalkarlık, insanın yaratılış gayesi ile taban tabana zıttır.

Fizikte eylemsizlik başlığı altında incelenen bu tembellik, bir maddenin, sahip olduğu hareketi koruma isteği olarak açıklanır. İnsan da, kendisini sorgulamaya ve değiştirmeye yönelik müdahaleler olduğunda, kendini değiştirmeme yönünde tepki verir. Sahip olunana karşı duyulan sevgide aşırıya kaçmaktır, bu hal. Böyle bir bağlılığın aşırı safhalarına "bağnazlık, statükoculuk, körü körüne aşk" denir. Herkes aynı seviyede olmasa da bu özelliğe sahiptir. Kendine göre bir yaratılış hikmeti de vardır. Mesela korunması gerekenleri korumamız için ve ayrıca entelektüel kaynaklarımızı en verimli bir şekilde kullanabilmemiz için bir otopilot mekanizma olarak verilmiştir, eylemsizlik. Ne var ki, insanın "kalas olarak gelip kalas olarak gitmesi" için de verilmemiştir.



İnsanoğlunun kendi kimliği yani egosu hakkındaki bu tembel tavrı nedeniyledir ki, ara sıra ırgalanması gerekir. Musibet dediğiniz şey her zaman mutlak kötülük değildir. Pek çok kere, işlerin alışılmışın dışına çıkmasına veya bizim kontrolümüzden kurtulmasına musibet deriz. Böyle zamanlarda, insan tekrar kendini sorgulama ve değiştirme için soluklanma fırsatı bulabilir. Yani musibetler, insan egosundaki eylemsizlik olgusunun tabiatperestlik hastalığı şekline dönüşmesi durumunda bir sigorta olarak yetişir. Acı da olsa, şifalı bir ilaçtır.

Bundan dolayıdır ki musibet zamanında direk musibetin kendine odaklanmak yerine onu doğuran nedene odaklanmak tavsiye edilir. Ah-of demek yerine salih amellere yönelmek gerekir. Öyle ki, musibet geçtiğinde, biz de tekrar eski benliğimize dönmeyelim, yeni musibetlere davetiye çıkarmayalım.







Wednesday, August 31, 2016

Allah'ın Bütün İsimlerine İman


Allah CC, insanı kerim yaratmıştır (İsra 70). Böyle olunca da insanın vicdan pusulası hep iyiyi, güzeli, şefkati, sevgiyi gösterir. Aynı nedenle, hiç bir dinle alakası olmadığını söyleyen insanlar, yüksek ahlak sergileyebilirler. İnsanın bu hidayet vesilesi ve pâhâ biçilemez özelliği, aynı zamanda onun için bir imtihan vesilesidir de.

Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen savaş ve doğal felaket haberlerinden sonra, kimi zaman "eğer Allah varsa, neden bu üzücü durumlara izin veriyor?" şeklinde sorular seslendirilmektedir. Bunlar aslında tam da insanın kerim yaratılmış olmasından kaynaklanan imtihanın su yüzüne vurmasıdır. Dolayısıyla, aklına böyle sorular gelen kişilerin imanlarından şüphe etmeye gerek yoktur. Ne var ki tatminkar olarak cevaplanmayan sorular da, uzun vadede, imana zarar verebilmektedir. O zaman bu noktada nasıl düşünülebilir?

Zamanda geri gidelim. Ne kadar? İnsanlıktan öncesine... Her yer mükemmel temiz, güzel, doğal... Ufuklar fabrika dumanlarıyla kararmamış, manzaralar binalarla kapanmamış, hayvanlar ve bitkiler bir denge içerisinde yaşayıp gidiyorlar. Uzayın uçsuz bucaksız siyahlığı, aşırı soğuk ya da aşırı sıcaklığı, radyoaktif özellikleriyle bomboş görünmesine karşın, bu kadar renkli ve bu kadar dinamik, bu kadar güzel ve bu kadar güvenli bir gezegen görmek bizi şaşırtıyor. O güzellikleri ve dengeleri incelediğimizde de meselenin gittikçe daha derin katmanlarındaki harikuladeliklere şahit oluyoruz. Uzay ve bu dünya arasındaki zıtlığa bakarak ve dünyadaki hiç bir canlıda böyle bir sanatı yapacak kudret, irade, ilim ve sanat olmadığını görerek diyoruz ki "bunları yapan biri olmalı".



Sonra filmi ileri alıyoruz. Artık insanlar var. İlk kan dökülmüş, ardından da oluk oluk kanlar akıtılmış tarih boyu. Bilumum fesatlıklar dönüyor, insanlar arasında. Bu olanlara bakınca da "madem Allah güzel, neden bu çirkinliklere izin veriyor? Yoksa O yok mu?" şeklinde bir soru geliyor aklımıza.

Şimdi insanlığı kendi tarihî akışına bırakalım, biz kendi sohbetimizi yapalım. Satürn'ün halkaları üzerine bir ufak masa, iki de tabure atalım. Çaylarımızı yudumlarken beraber tefekkür edelim.



Kuran-ı Kerim'i içerik açısından diğer semavî kitaplardan ayıran en büyük özellik, Allah'ın CC kendisini tanıttığı bir kitap olmasıdır. Yani bütün isimleriyle, Rabbimiz, kendisini bize anlatmıştır. Kutsal kitabımızı okuduğumuzda da Rabbimiz'in pek çok ismi ve sıfatı olduğunu görürüz: Rahman, Rahim, Kadir, Vedud, Adil, Kahhar, Cebbar, Latif, Gani, ... Her bir ismin ne manaya geldiği, Arapça sözlüklere ek olarak, Kuran'da hangi bağlamda seslendirildiği üzerinden çalışılması gereken bir husustur. Fakat kısaca şu ortadadır. Rabbimizin her bir isminin tecellileri ve gerektirdikleri farklıdır. Rahman isminin tecellisi olarak O'nun bir takım günahkarlara mühlet vermesine bakıp, O'nun adil olmadığı merhametli olmadığı, hatta O'nun olmadığı gibi bir sonuca gidilemez. Neden? Yukarıda dediğimiz gibi. Allah'ın varlığını bize hissettiren, gösteren en büyük ayetler, O'nun eseri olan bu evren ve dünyadır. İnsanlar özelinde olanlar ise bir perdedir ve o büyük ayetleri örtmemelidir.



İnsanın bir egosu olduğu gibi evrenin egosu da insanlıktır. Nasıl ki insanın enesi, Allah'ın bilumum isim ve sıfatlarını bilmek, tatmak için bir ölçüm cihazı mesabesindedir, öyle de evrenin enesi olan insanlık da benzer bir fonksiyona sahiptir. İnsanlar arasında tarih boyunca olmuş olaylar üzerinden Allah'ın hem cemalî hem celalî isim ve sıfatları okunabilir.

Bu bağlamda yeri gelmişken belirtmekte fayda var. İnsanlık, kendi yaptıklarına bakıp odaklandıkça ve tabiattan koptukça, Allah'tan da hissen ve fikren kopmaktadır. Bu yüzden, tefekkür kapısının açık kalması için Allah'ın ayetlerini okumak manasına tabiatla ve evrenle içiçe olmayı ihmal etmemek lazım. Ha bir de eve dönerken, Satürn'ün halkalarının kenarından aşağı düşmeyin ;)






Monday, August 1, 2016

Zamanda Yolculuk Yapan Biri Diyor ki


Bazen konuşulur ya; bir zaman makinesine atlayıp geçmişe gitsek ve bu zamanda olanları anlatmaya çalışsak... Anlatacağımız şeyler anlaşılmayacağı için mecburen onların anlayacağı cinsten şeylerle ifade etmeye çalışırdık heralde. Ya da gelecekten bugüne gelen birini düşünün. Orada gördüklerini bize nasıl anlatacak? Ve onun anlattıklarını biz doğru anlayabilecek miyiz?

Ben böyle birini tanıyorum. Zamanda yolculuk yapmış, gelecekte gördüklerini geri gelip anlatmış. Aslında onu siz de tanıyorsunuz: Hz Muhammed SAV.

Kıyamete ve ahiret gününe dair anlattığı bir takım sahnelerin doğruluğu şüphe götürmeyecek olan bir zaman yolcusu. Mecburen bizlerin anlayacağı dilde anlatmış gördüklerini. Ama biz onun sözlerini, iyi niyetle de olsa, belirli bağlamlara hapsettiğimiz için eksik ve/veya yanlış anlaşılmalara yol açmışız.

Bu eksik/yanlış hallerden birinin, meşhur şehit-alim-zengin hadisi (43 nolu hadis) özelinde olduğunu düşünüyorum.


“Kıyamet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehit düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak:

"Peki, bunlara karşılık ne yaptın?" buyurur. "Şehit düşünceye kadar senin uğrunda cihad ettim." diye cevap verir.

"Yalan söylüyorsun. Sen, "Babayiğit adam." desinler diye savaştın, o da denildi." buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.

Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur‘an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da:"Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?" diye sorar. "İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızân için Kur'an okudum."cevabını verir.

"Yalan söylüyorsun. Sen "Âlim." desinler diye ilim öğrendin, "Ne güzel okuyor." desinler diye Kur'an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi." buyurur. Sonra emrolunur o da yüzüstü cehenneme atılır.

(Daha sonra) Allah'ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder. "Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?" buyurur. "Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiç bir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım." der.

"Yalan söylüyorsun. Halbuki sen, bütün yaptıklarını "Ne cömert adam." desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi." buyurur. Emrolunur bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre 152)


Bu ve benzer hadislerde, gösteriş (riya, süm'a) olsun diye amel işlemenin boş olduğunu görüyoruz. Fakat bu ana mesajla beraber gözden kaçırılmaması gereken bir kaç nokta var.

Bir insan düşünün; bilgi açlığı var, öğrendikçe öğreniyor ve ilmini gerek paylaşım olarak gerekse uygulama olarak kullandıkça kullanıyor. Böyle bir insanın bu alanda kabiliyeti olduğuna hükmederiz. Pekiyi, bu kişinin yaptığı bu işlerden zevk almadığını iddia edebilir miyiz? Yani, sadece ve sadece Allah rızası için o işleri yaptığından nasıl emin olabiliriz ki, hele ki zevk alıyorsa? Zevk alıyor olması, ihlasa münafi midir? Ve bu durumun, onu uzun vadede din kisvesi altında işkolik bir makineye dönüştürmeyeceğini ve bu "alimin de" hadistekine benzer bir akibete dûçar olmayacağını nasıl garanti edebiliriz?

Yaptığı işten zevk alanların yukarıdaki hadisten mülhem olarak ahirette kaybetme tehlikesine karşı, işleri, onları yaparken hiç zevk almayan, belki tiksinen insanlara yaptırsak ve böylece süper ihlaslı olmalarını garantiye alsak nasıl olur? Yani herkesin kabiliyetlerini tespit edip onun haricindeki alanlara yçnlendirerek bütün riya, süm'a ve nefisperestlik kapılarını kapatsak ve böylece ahirette kaybetme şıkkını örtsek?

Böyle olmaması lazım, öyle değil mi? Ayette Rabbimiz bize kendisini nasıl tanıtıyor, bakın:

"Rabbimiz, her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir" (Taha 50)

Ayette belirtilen yol göstermenin (hidayet) bir yolu, yapılan işten alınan zevktir. Yapılan işten alınan zevkin de birden fazla boyutu vardır. İnsanın o işi yaptığı için aldığı zevk, işin sadece bir yönüdür. Buna ek olarak, o yaptığı iş, o kişiyi insanlara bağladığı için de zevk alınır, çünkü insanda sevilme ve aidiyet hissetme, aynen yemeğe duyulan açlık gibi temel bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın giderilmesi de zevk verir. Bir insanın, kabiliyetini gerçekleştirebilmesi ve bunun bir faydaya vesile olması, beğenilmesi, tam da bu sevilme ve aidiyet ihtiyacını giderdiği için insanın hoşuna gider.

Sevilme ve aidiyet ihtiyacının nihai gayesi aslında Allah'ı sevme ve O'nun tarafından sevilme, O'na ait olmanın huzur ve mutluluğunu reel olarak yaşamaktır. Bunun da en yoğun gerçekleşeceği bir hal, insanın kabiliyetlerini gerçekleştirmesidir. Neden mi? Çünkü kabiliyet demek, Allah'ın ilgili esmasının sizde yoğun olarak tecelli etmesi demektir. Allah'ın alim ve hakim isimlerini, bir alimden  daha iyi kim hissedebilir? Allah'ın kerim ve gani oluşunu, cömert bir zenginden daha iyi kim takdir edebilir? Allah'ın kavi ve hak oluşunu, nihayetinde şehit düşen cesur bir savaşçıdan daha iyi kim bilebilir? Demek ki esmayı ölçme aleti olan enenin bu farklı renkleri, Allah'ın CC kendisini bilmemiz, tesbih ve tahmid etmemiz için verdiği nimetler. Fakat bunların, O'na karşı gaflet nedenine dönüşmesi nasıl oluyor? Veya, Allah rızası için yola çıkan biri nasıl Allah'tan uzak düşebiliyor?

Öncelikle hiç bir karşılık almadan vermek, yani vehhab olmak, Allah'a mahsustur. O'ndan başka herkes, yaptığı şeyin karşılığında şuurlu veya şuursuz olarak bir şeyler almaya muhtaçtır. Allah'ın yarattığı fıtrat böyledir. Ayrıca Allah rızası için yapılan iş, ille de "Allah rızası olmasa, bu işe dokunmazdım bile" şeklinde olmak zorunda değildir. Yani, yaptığı işten haz alan ve o işte maharet gösteren bir insana "hani sadece Allah rızası için yapıyordun?" demek doğru değildir. Bununla beraber, insanları kabiliyetlerine göre yönlendirdiğiniz zaman, yukarıdaki hadiste örneği görüldüğü üzere, onları aynı zamanda hem kazanma hem de kaybetme kuşağına sokuyorsunuz demektir. Bu ince noktanın farkına varılması ve ona göre önlem alınması gerekir.

Hadiste geçenlerden âlimi ele alalım. Bu kişinin ihlasın ehemmiyetini bildiği halde, Allah rızası olmadan hiç bir şeyin değerinin olmadığını bildiği halde, riya hedefli ve riya merkezli bir hayatı şuurlu olarak tercih etmesi ne kadar mantıklıdır? Böyle bir şey ancak, bu kişi aslında mümin değil, kafir ise, Allah'a ve ahiret gününe inanmıyorsa olabilir. Diğer türlü, bu kişi müminse, onun iç dünyasını alt üst eden şeyin aslında psikolojik ve nörofizyolojik dayanağı vardır. Dahası, o kişiye riya yolunda mesafe katettiren de, ondan istifade eden halkın ta kendisidir. Muhtemelen onu, yüzüne karşı aşırı överek, her yerde sürekli ona referans vererek vs. o alimin sevilme ve aidiyet damarından girmişlerdir ve, farkında olmadan onu, altından kalkamayacağı bir yükün altına sokmuşlardır. Yoksa etrafındakilerden böyle ilgi görmeyen kişi neden riya çukuruna güle oynaya atlasın ki?

Benzer durum, cömert zengin için de düşünülebilir. Bir insanın, boşa gideceğini bile bile malını dağıtması ile iman sahibi olması ne kadar bağdaşabilir? Veya zenginleşecek kadar işinin ehli ve akıl sahibi bir insan, neden riya hedefli ve riya eksenli bir işe girip ahiret ticaretini batırsın? Ya zaten kafir olması lazım ya da onu, körleştiren ve his dünyasına yenik düşüren bir şeyler olması lazım. Ne gibi? Kendisinden cömertlik gören arkadaş ve diğer çevrelerin onun yüzüne karşı yaptığı iltifatlar, tavırlara yansıyan aşırı saygı... Bunlar, insanın sevilme ve aidiyet ihtiyacına hitap eden ama helal çizgisinin ötesine geçiren durumlardır.

Son olarak cesur şehit de, varlığını, sevdikleri uğruna verecek kadar fedakarlık gösterirken, hayata elveda derken cehenneme merhaba demek ister mi? Aynı şekilde ya zaten kafir olması lazım ya da onu körleştiren başka haller olması lazım...

Hadisten anladığımız kadarıyla bu üç kişi kafir değiller. Ancak yaptıkları amel boşa gitmiş olan ve azaba dûçar olmuş insanlar. O zaman dikkat edilmesi gereken bazı hususlar ortaya çıkıyor.

Öncelikle insanlarda riya ve süm'a, aslında fıtri bir ihtiyacın mânen sağlıksız gıdalardan giderilmesiyle ortaya çıkan hastalıklardır.

İkincisi, insanlardan gördüğümüz iyilikler veya onların takdir edilecek yanları karşısında vereceğimiz tepki ölçülü olmalı; hadisteki ifadesiyle "onların buynunu koparacak" (bkz. 188 nolu hadis) derecede bir teşekküre ve saygıya gömülmek hatadır. Böyle bir davranış aslında, bizim de esbabperestlik hastalığına yakalanmış olduğumuzun belirtisidir.

Üçüncüsü, insanlar kabiliyetlerine göre yönlendirildiğinde, hem insanlara faydalı olma hem de Allah'ı hamdederek tesbih etme adına büyük bir fırsat yakalıyorlar. Fakat bu fırsat aynı zamanda, o derece keskin ve derin bir şarampölün kenarında bulunduğu için dikkatli olunması gerekir.






Thursday, July 28, 2016

Putperestlik Fonksiyonunun Köklerinde Allah'ı Bulmak


Bir dostumun fonksiyonlarla ilgili hassasiyeti vardı ve insanların fonksiyon kavramını anlamasını sağlarsak pek çok problemin çözüleceğini söylerdi. Bunu matematiksel olarak örneklendirmek gerekirse bir makine düşünün. İçine 2 atınca 4 çıkıyor, 7 atınca 14 çıkıyor, 13 atınca 26 çıkıyor. Biraz dikkatli ve temel matematik eğitimi almış bir kişi, bu makinenin "ikiyle çarpma fonksiyonu" olduğunu anlayacaktır. Yani   "çıktı = 2 tane girdi" veya "y=2x" .

Bu kalıbı göremeyen kişi içinse yukarıda verdiğim 3 sayısal örnek, birbirinden tamamen alakasız, aynı çatı altında toplanamaz ve dolayısıyla da anlaşılmaz 3 farklı olaydır.

Başlıkta geçen fonksiyon kısmını anlattık. Şimdi kaldı işin zor kısmı. Ama buraya kadar anladıysanız, o kadar da zor değil. Yapacağımız şey kısaca şu:

Perestiş(put) = Allah'a iman

denkliğinin hangi hayat tecrübelerinde ve nasıl sağlandığını inceleyeceğiz.

Putperestliğin detayları toplumdan topluma değişebilmekle birlikte ben burada Araplar arasında 6. yy'da hakim olan şekli üzerinden konuşmak istiyorum. Hz Muhammed SAV'in devrinde yaşamış putperestler, Allah'a da inanırlardı, ama buna ek olarak putların kendilerini Allah'a yaklaştırdığını veya duaların kabulünü sağladıklarını düşünürlerdi. Ve bunlar haricinde o putun yapıldığı maddeye değil onun içindeki ruha taptıklarını söylerlerdi. Bu şekilde baktığınızda, temel ögeleri itibariyle sorun olmaması gerekir, öyle değil mi? Neticede şefaat kavramı İslam'da da var. Kabe'ye doğru secde ederken aslında Kabe'nin kendisine secde etmiyoruz. O zaman sorun nerede?

Sorun, Allah, onun hakkında bir ayet indirmediği halde, direk-indirek bildirim yapmadığı halde bir takım şeyleri kulluk noktasında Allah'a ortak koşmakta. Daha kitâbî olmak gerekirse, şirk yani. Şimdi buradan, şirk ve putperestlik kelimelerinden mülhem putlaştırma fonksiyonunu alalım ve ikinci örneğe bakalım.

İkinci örneğimiz, tarihsel olarak daha geriden. Yıl, mîlâdî 1 (yazıyla bir). Babasız bir çocuk doğuyor, mucizevi olarak. Daha kundaktayken konuşuyor. Büyüyüp de Allah'ın mesajını insanlara anlatmaya başladığında, içinde bulunduğu toplum tarafından sıcak karşılanmıyor ve öldürülmeye çalışılıyor. Ama Allah CC onu göğe yükseltiyor. Öldü zannedilen bu kişi, 2 gün sonra, kendine inananlara tekrar görünüyor. Takip eden yıllarda, bu insan üzerinden gelen ilahi mesaj, tabiatperest Roma halkının içine yayılıyor. Fakat bu sırada, o zamanki Yunan inançları, ilahi mesajın orijinaline karışıyor ve paygamber konumundaki bu kişi, Allah'ın, haşa, kendisi konumuna çıkarılıyor. Fonksiyonel olarak önceyle sonra arasında hiç bir şey değişmiyor: onun şefaat hakkı sabit, ilahî mesajın anlatımı sabit, ölümden geri dönmüş olmak sabit, Allah'ın kendi ruhundan ona üflemiş olması sabit. Fakat insanlar bunların ötesine geçip, peygamberi Allah'a şirk koşma konumuna geliyorlar. Bizim ifadeyle, ölçüsüz sevgi ve takdir yüzünden, "peygamberi putlaştırıyorlar".

Bu arada hemen belirteyim, yukarıda yazılanlar tamamiyle teolojik bir analiz olup hiç kimseye cennet-cehennem bileti kesmek gibi bir saçma maksatla yazılmamıştır.

Filmi ileri sarıp tekrar İslamiyet'in geldiği yıllara bakarsak, Efendimiz SAV'in vefatının akabinde sahabenin ileri gelenlerinden bir kısmının bu ölümü kabullenemediğini görürüz: "Kim Muhammed öldü derse, kellesini alırım"... Bu hengamede, Hz Ebu Bekir ve başka bir sahabe farklı mekanlarda ortaya çıkarak durumu teskin ederler: "Her kim Muhammed AS'a inanıyorsa bilsin ki o öldü. Kim de Allah'a inanıyorsa işte O bâkîdir."

Peki bu şaşkınlık hali neye rağmen oluyor? Peygamberimizin hayatı boyunca cereyan eden ve onun da insanlardan bir insan olduğunu vurgulayan onlarca hadiseye rağmen. O zaman burada sahabenin peygamberi putlaştırdığını iddia edebilir miyiz? Hayır elbette, ancak fonksiyon olarak arka planda öyle bir şeyin çalıştığı da ortada!

Bu üç örnek üzerinde düşünürseniz ve biraz da cesaretli ve insaflı olursanız, putlaştırma fonksiyonunun tarih boyunca az ya da çok, ama hep, aktif olduğunu görürsünüz. Dahası, biraz algı bilimi ve beynin çalışma prensiplerini incelerseniz, bu putlaştırma fonksiyonun beynimizle uyumlu olduğunu da görürsünüz! Örnek mi?

19. yy'da büyük çapta şekillenmiş olan fizik ve kimya gibi temel bilimler, insanlara tabiatı tahmin etme ve yönlendirme imkanı sağladı. Bizim bugün temel bilimler dediğimiz alanların ise asıl ismi tabiat felsefesi idi. Kütle çekimi kanunu, örneğin, gök cisimlerinin hareketini açıklamada oldukça başarılı bir şekilde kullanılabiliyordu. Ama "kütle neden çekiyor" sorusunun cevabı "kütle, kütle olduğu için çeker" şeklindeydi. Aynı sorunun bugünkü cevabı daha farklı ama o yeni cevap da benzer soru karşısında aynı kısır döngüye girmektedir: "öyle olduğu için öyle". Bu niye önemli?

Çünkü beklenen özelliği o varlığın kendine, yani tabiatına, atfederek o özelliğin onda sürekliliği kabul edilmiş oluyor ve böylece o varlığı putlaştırmaya kapı aralanıyor. Halbuki tabiattaki hiç bir kanunun 1 saniye sonra bile var olacağının garantisi yoktur. Biz sadece öyle olmasını temenni ederiz, çünkü başka türlüsünü rasyonel olarak anlayamayız. Bu duruma literatürde tabiatperestlik denir. İyi ama tabiatı anlayabilmemiz için beynimizi ve psikolojimizi böylece yaratan Allah değil mi?

Öncelikle bizim, varlıkların kendilerini veya özelliklerini sürekliymiş gibi kabullenmemizin altında yatan neden, kendi sürekliliğimizi istememizdir. Bizi yaşatan şeyleri severiz ve bizi yaşamdan uzaklaştıran şeylerden korkarız. Belirsiz tabiat, ikinci gruptandır. Öte yandan tahmin ve kontrol edilebilir tabiat ise ilk gruptadır. Ve bu psikolojik altyapıyı yaratan da bizzat Allah CC'dur.

Şimdi, sevgi ve putlaştırma arasındaki ilişkiye bakmak üzere havalanıyoruz. Kemerlerinizi bağlayın.

Kuran-ı Kerim'de ana-baba hakkına riayete vurgu vardır. Allah'a karşı gelme, haramlara girme haricinde, onlara saygı vardır:

"İnsana da, anne babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi, onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: “Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadır.” Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim." (Lokman 14-15)

Neden? Çünkü insan, kendi varlığını başlatanlara saygılı olmaya çalışarak gerçek Hayy-ı Kayyum'a takvalı olmayı öğrenir. Ki zaten anormal bir durum olmadıkça insan, özellikle hayatının ergenliğe kadar olan kısmında, anne-babasını sever, onları referans alır. Bu sevgi, onların bizim varlığımızı başlatmaları ve devam ettiriyor olmalarındandır. Bundan dolayı da küçük çocuklarda 2-3 yaşlarında "ayrılık endişesi" denen bir aşırı hassasiyet dönemi vardır. Çünkü anne-babanın olmadığı yerde kendi varlığımız ve bu varlığın manası tehlikeye girer (en azından o yaştaki çocuğun gözünde). Peki küçük çocuğu anne-babasını putlaştırma eğiliminde yaratan kim?

Bütün bunları düşününce ilk netleşen sonuç, putlaştırma fonksiyonunun bir helali haramı olması gerektiğidir. Peki, Allah CC, bizi Kendisine yönlendirmek için bu özelliğimizi nasıl terbiye ediyor?

Beynimizdeki en temel fonksiyon, varlığını devam ettirmedir. Fakat bunu sağlamaya yönelik eğilimlerin terbiye olması gerekir ki hem ahlakî hem de îmanî problemler ortaya çıkmasın. Meseleyi negatif bir örnekle açmak gerekirse, Mekke ve Medine'deki münafıklar aslında, bazen öyle bazen böyle gözükerek, kendi sürekliliklerini sağlamaya çalışıyorlardı. Fakat nörofizyolojik olarak normal olan bu hal, ahlak ve iman olarak bir çöküntüyü resmetmektedir.

İlahî terbiyenin bu noktadaki tecellisi, insanın kaldırabileceği sınırları aşmamak kaydı ile, peyderpey bu "fonksiyonel putları" etkisiz hale getirerek kalbleri kendine çevirmek şeklindedir. Böylece, sevdiği insandan ayrı düşen kişi veya bayraklaştırdığı kişi(ler)in aczini gören birey, asıl "süreklilik kaynağına (Kayyum)" yönelmek için fırsat bulur.

Fakat bu fırsat, otomatik olarak gole dönüşmez; irade gerektirir. İradî olarak Allah'ı görmeyen insan beyni, mutlaka başka bir "fonksiyonel put" bulacaktır ve ona kayıtsız-şartsız gönül verecektir.















Friday, July 22, 2016

Legomen


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir lego ustası varmış. Bu lego ustasının lego kolleksiyonu hem sayıca hem de çeşitçe çok zenginmiş. Günlerden bir gün, bu lego üstadı bir lego adam yapmış. Adını da Legomen koymuş.


E oyun bu ya. Legomen çok soru soran, anlamadığı her şeye itiraz eden bir tipmiş. Soruları cevaplanmadıkça da dönüp dolaşıp aynı şeyi tekrar sorarmış, hiç de unutmazmış. Hani Küçük Prens gibi yani...


Lego ustası, bu oyuncağın içinde yaşayacağı bir şehir yapmaya başlamış. Bu yapılar o kadar büyükmüş ki Legomen'in bütün gününü alıyormuş, onları gezip dolaşmak. E gezip dolaşırken de diğer oyuncak karakterlerle üç beş laflıyorlarmış. Birbirlerine, gezdikleri diğer yerleri anlatıp Lego ustasının sanatını takdir ediyorlarmış. Bazen hep beraber yeni bir bina veya yerin yapımını seyretmek için gidip, ustayı seyrediyorlarmış. Usta işini bitirince de hurraaa oraya koşup ilk adım atan olmak için yarışıyorlarmış.


Günler bu şekilde heyecan ve koşuşturmayla geçerken bir gün Legomen ve arkadaşları daha önceden hiç görmedikleri şeylere şahit olmuşlar. Lego ustası o kadar uğraşarak yaptığı binaları, trenleri, caddeleri, ağaçları tekrar parçalarına ayırmaya ve o kocaman şehri yıkmaya başlamış.


Legomen şaşkınlığından apışıp kalmış. Teker teker, o zamana kadar gördükleri ne varsa, hepsi, ama hepsi paramparça olmuş. Legomen'in evi, o bile... Bir zamanlar huzur mekanı olan evinin yerinde artık yeller esiyormuş...


Legomen artık dayanamamış. "Neden yıktın bunları, neden?" diye haykırmış lego ustasına. "O kadar güzellikleri, madem yıkacaktın, niye yaptın ki? Bıraksaydın da dursaydı öyle, sana ne zararı vardı ki? Böyle yapayalnız koyacağına, bari beni de parçalarıma ayır da bu hüsrana dayanmak zorunda kalmayayım.."

Lego ustası, Legomen'in bu söyledikleri karşısında tepki göstermemiş. Acaba duymamış mı, yoksa duymazlıktan mı gelmiş? Neyse ne, Legomen, ustanın bu ilgisizliğiyle çılgına dönmüş. "Bari bir cevap ver! Niye? Niye?"

Legomen'in bu çıkışları da cevapsız kalınca, çaresiz, oturup seyretmeye başlamış. Daha önceden basamaklarını teker teker çıktığı binaların en küçük parçalarına kadar ayrılışını, binip gezintiye çıktığı gemilerin, trenlerin uçakların yok edilişini... Ve ancak o zaman farkedebilmiş, aslında bu parçalarla, Lego ustasının yeni bir şehir kurmakta olduğunu...








Thursday, July 7, 2016

Kafir Kimdir?


Hristiyanlıkta "salvation by faith" yani "imanla kurtulma" diye bir kavram vardır, ki bir zamanlar yaygın olmakla birlikte sonradan çok tartışmalara yol açmıştır. Bu inanışa göre bir insanın iman ettim demesi ve Hz İsa'yı kurtarıcısı olarak görmesi, onun cennete gitmesi için yeterli bir nedendir. Adam ne kadar günaha, kul hakkına girmiş olursa olsun, imanı onun kurtulması için yeterli bir nedendir. Hz Yahya'dan kalan bir uygulama olarak da, insanlar imanlarının miladı olarak vaftiz olurlardı ve imanla kurtulma inancına sahip olanlar, bir insanın vaftiz işlemini ölüm döşeğine bırakırlardı ki adam ölürken tertemiz gitsin.İşin enteresan tarafı, bu uygulamanın, şekilciliğe gömülmüş olan yahudileri işin aslına, yani ruhuna, manasına çağıran Hz İsa'nın takipçileri arasından çıkması.

Takdir edersiniz ki insanoğlu her ne kadar kısa vadede saçmalasa da uzun vadede düşünmeden edemez. Bu bağlamda da öyle oluyor ve birileri kalkıp, "olm, saçmalamayın lan" tarzı itirazlar yükseltiyor. Bugün, artık bu uygulama yok; varsa bile yaygın değildir. Ama şekilciliğin farklı tarzlarının olmadığı iddia edilemez...

Şimdi daha enteresan bir noktaya hazır olun. Aşağıdaki hadisi defalarca duymuşsunuzdur, duymadıysanız şimdi duyun:


Ebu Saîd el-Hudrî’nin aktarımına göre, Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:

“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz.”

(Hz. Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk: Ya resûlellah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahûdiler ve Hıristiyanlar mı olacak?

Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacaktı?” 

(Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)


Normalde bu hadis zikredilerek, yılbaşı kutlamanın, doğum günü kutlamanın yanlışlığı üzerinde durulur. Neden? Çünkü halk arasında, müslümanlık kadar gayr-i müslimlik de şekiller üzerinden ifade edilmiş, hatta şekle hapsedilmiştir. Öyle olunca da doğum günü kutlayınca laf yersiniz ama namazınızı (mesela teravih) hızlı kılınca sorun olmaz. Tabi ki bu sadece bir örnek. Asıl mesele şu ki Peygamberimiz SAV'in işaret ettiği tehlikeler arasında şekilciliğe gömülme de olabilir. Daha genel ifadesiyle, bütün hayır eksenli akımların en can alıcı düşmanlarından biri olan, cazibesine karşı durmak oldukça zor olan şekilcilik...

Şimdi asıl konuya gelelim. Kafir kimdir? Cevap gayet basit değil mi? Şehadet getiren müslüman olduğuna göre getirmeyen, kafirdir. Acaba öyle midir?

Önce şehadetin manasından başlayalım. "Şahitlik ederim ki...", yani "gördüm ve size de iletiyorum ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir". Allah'ı gören var mı? O zaman neyin şahitliğinden bahsediyoruz? Demek ki şehadet, Allah'ı görür gibi kulluk etmeyi hedef gösteren bir başlangıç mesajı. Kime bu mesaj? Şehadeti getiren her kimse, öncelikle ona. O zaman karşımıza şu sonuç çıkıyor, şehadet getiren kimse şeklî olarak müslüman ama aslında o bir yolcu! Durum böyle olunca da şehadet getirmeyen için kafir demek o kadar kolay değil, çünkü herkes yolcu. Çıkmamış candan umut kesilemeyeceği gibi ölmemiş bir insanın yolculuğu henüz bitmiş olamaz. Kimisi Allah'a daha erken vasıl olabilir, kimisi daha geç. Ama önemli olan, O'na ulaşmaktır.

E pekiyi, o zaman müslüman/kafir denkleminde neye göre karar vereceğiz?

Cimrilik ve Kıskançlık:


Kitap Ehlinden olan kafirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sahibidir. (Bakara Suresi, 105)

Ey iman edenler, hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. kafirler... Onlar zulmedenlerdir. (Bakara Suresi, 254)

Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez(elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi, 264)

Onlar, cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o kafirlere aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 37)

Kararlılık:


Şüphesiz, inkar edip kafir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir. (Bakara Suresi, 161)

Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)

Kibir


O, size Kitap’ta: "Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)

Zulüm ve Aktif Düşmanlık


Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kafirlerin düşmanıdır." (Bakara Suresi, 98)

Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah Katında, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kafir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 217)

Dini Kendi Keyfine Göre Dizayn Etme/Yontma


De ki: "Allah'a ve elçisine itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kafirleri sevmez. (Al-i İmran Suresi, 32)

Muhakkak ki onlar, Allah’ı ve O'nun resûllerini inkâr ederler ve Allah ile O’nun resûlleri arasında ayırım yapmak isterler. Ve “Bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz.” derler. Ve de, bunların (küfürle îmânın) arasında bir yol ittihaz etmek isterler. İşte bunlar, gerçekten kafir olanlardır. kafirlere aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 150-151)

Ve (bu) ondan (ribâdan) nehyedilmiş oldukları halde ribâ (faiz) almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemeleri sebebiyledir. Ve onlardan kâfir olanlar için “elîm azap” hazırladık. (Nisa Suresi, 161)

Gerçek şu ki, Biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın Kitabı’nı korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır. (Maide Suresi, 44)

Allah Hakkında Zan


"Oğullarım, gidin de Yusuf ile kardeşinden (duyarlı bir araştırmayla) bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)

Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez. (Zümer Suresi, 3)

Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kafirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan taddıracağız. (Fussilet Suresi, 50)


Yukarıdaki başlıklara başkaları da eklenebilir ve aynı başlıklar altında incelenebilecek pek çok başka ayetler bulunabilir. Fakat mesele şu ki kafir olmak, Kuran'da anlatıldığı şekli ile, bir formülün söylenmesi ile değil, işlenen amellerle ölçülüyor. O zaman, başkalarına müslüman-kafir damgası vurmakla uğraşmak yerine kendi amellerimizi tartıp mahşer gününde gerçekten müslüman kategorisine girer miyiz diye dertlenmek daha uygun bir tavır olsa gerek. 

Konuyu kapatmadan önce son bir noktaya dikkatleri çekmek istiyorum. Yukarıda zikredilen ayetlerden Maide Suresi 44. ayet, kendi şekilcilik anlayışlarına göre "Allah'ın dini ve hükmü budur" deyip ahkam kesen ve böyle yapmayan herkesi kafir ilan edenler tarafından da kullanılmaktadır. Kuran'da sayısız defa düşünme, tefekkür gibi kavramlar öne çıkarılırken, okuma bilmeyen bir peygambere ilk emrin "oku" olmasının manasını düşünmeyip dini yorumlamaya soyunan ve böylece insanları Allah'ın dininden uzaklaştıranların, yeryüzünde fitne çıkaranların müslümanlıkla mı kafirlikle mi daha çok bağı vardır? Dolayısıyla bu şekilcilik anlayışı, bizzat, Allah'ın dini ve hükmü ile amel etmemenin ta kendisidir. 

Allah CC, geçen Ramazan ayı ve idrak ettiğimiz bayram hürmetine herkesin hidayetini artırsın.



Sunday, May 22, 2016

İçimizden Bir X


Hayatımız hep bu x'leri bulmakla geçti. İşte size bir tane daha. İçimizdeki neyden bahsediyor olabilirim? Ve o kişi kim olabilir ki? Bahsetmek istediğim de tam olarak bu aslında. Belirsiz bir kişi. Hem her yerde olan, ama tam olarak şu kişi diye parmakla gösteremediğin biri. Klasik ifadesiyle "şahs-ı manevi".

Şahs-ı manevi kavramı farklı yerlerde zaten işleniyor fakat ben burada daha farklı bir açıdan konuyu sunmak istiyorum. Bu açı, ahirzaman açısı. Yani, beyazların siyahlara karıştığı, grilerin her tarafı sardığı, hadislerde anlatıldığı kadarıyla pek çok kişinin (maddi-manevi) muhtelif fitnelere kurban gideceği bir dönem. Bunlar öyle fitneler ki, onlar karşısında hakkı savunmak için ayağa kalkmak bile fitneyi daha da körüklemeye yarayacağı için en temizi, bir köşeye çekilmek.

Buna benzer bir ortamın oluştuğu algısı, 19. yy sonlarındaki alimlere her şeyden el çektirmişti. O devirlerde ayakta kalan ve okumuş kesimleri de içerecek şekilde geniş çapta etkili olan tek girişim, iman hizmeti girişimi olmuştu. Her ne kadar bu hizmeti başlatan kişi Said Nursi olsa da kendisi hayatının sonuna kadar şahsını öne çıkartmaktan çekindi. Fotoğrafının çekilmesine, sesinin kaydedilmesine bile karşı çıktı. Pek çok kere onu ziyaret etmek isteyenlere olumsuz cevap verip bunun yerine yazdığı eserleri okuyarak iman hakikatlerini öğrenmelerini tavsiye etti. "Zaman bireyler zamanı değil, şahs-ı manevi zamanı" diyordu ve iman hizmetine adanmış inananların birlikteliğinden oluşan bir şahs-ı maneviyi öne çıkarmayı yeğliyordu. Bu hadiselerin detaylarına inmek değil gayem. Fakat bizim için, hadislerde de belirtilen önemli bir noktaya örnek teşkil ettiği için hatırlanmasında fayda olan bir tutum.

Hadislerde belirtilen önemli konu ne, pekiyi? Okuyalım: "Ümmetimden bir cemaat hak üzere zâhir (dâim) olarak kıyâmete kadar cihad etmekte devam edecektir. Sonra Meryem'in oğlu Îsâ inecek ve Müslümanların emîri ona “Gel bize namaz kıldır” diyecek. O da 'Hayır, Allâh-u Te'âlâ'nın bu ümmete bir ikrâmı olmak üzere sizler birbirinize emirsiniz' buyuracaktır. (Müslim, İman:71, no:156, 1/137, Ahmed ibn-i Hanbel, el-Müsned, no:14726, 5/113)"

Ahirzamanda Hz İsa geldiği zaman müminleri namaz başında buluyor ve aralarında imamlıkla ve/veya başka özellikleriyle sivrilmiş, herkesin onun gözüne baktığı birisi yok. Çok anormal değil mi? Bunun yerine, "birbirinize emirsiniz" şeklinde ifadesini bulan bir belirsizlik var. Fakat bu belirsizlik, bir boşvermişlik, ortada kalmışlık da değil. Öyle bir durum ki herkes, imam olma konumunda; dolayısıyla, herhangi birinin o vazifeyi eda etmesi yeterli. Bu noktada klasik olarak "enaniyetini öne çıkarıp ben-ben dememe" yönüne vurgu yapılır genelde. Fakat buna ek olarak, umuma yayılmış bir vazife şuuru söz konusudur: herkes imamdır! Bu ne demek olabilir?

Bu noktada, çok manidar bir ayeti hatırlayarak düşüncelerimizi derinleştirelim: "Onlar ki: “- Ey Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin süruru (sevinci) olacak iyi kimseler ihsan et ve bizi takva sahiblerine imam (önder) yap.” derler." (Furkan 74). Yukarıdaki hadiste görülen olgu bu ayette de söz konusu. İmam dediğin tek olur! Herkes imam olmaz ki? Ama Kuran, müminlere bu şekilde dua etmeyi tavsiye ediyor! Bu ayetten çıkarılan klasik mânâ, "bizi o kalitede kıl" şeklindedir. Bu doğru olabilir, ama farklı bir şekilde de anlaşılabilir aynı ayet.

Eğer imamlığı bir makam, bir ferd veya sadece namaz kıldıran kişi olarak değil de bir fonksiyon, bir misyon olarak ele alırsanız, herkesin imamlığa terettüb eden vazifeleri yapması pekâlâ mümkün olabilir. Örneğin imamın bir vazifesi hakkı ve hayrı anlatmaktır. O zaman, inananların hepsinin, birbirine hayırhah olması, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmesi (Asr 3) buradan anlaşılabilir. Yine imamın vazifesi, önderliktir. İnsanların yapmaktan çekindiği ama hakk adına yapılması gereken bir iş varsa, ilk adımı atıp örnek olmaktır (Enam 161-165). Bu da yine, toplumdaki tek bir kişi yerine toplumun umumu tarafından üstlenilebilecek bir iştir. Yine imamın vazifesi, tek başına bile olsa, hakkı anlatma ve yaşamada müstakim olmasıdır (Kafirun 1-6). Bu da yine her bir birey tarafından üstlenilebilecek bir fonksiyondur. İşte Kuran'daki ayette ve Hz Mesih'in gelişi ile ilgili hadiste anlatılan hâl budur (Allahu a'lem). Tabi ki bu fonksiyonları belirli bir bireye yıkmadan umumen yüklenecek toplumun, "başımıza biri geçse de işlerimiz düzelse" diyen bir toplum olmadığı da aşikardır.

Şimdi başa dönersek, içimizden bir x ne olabilir? Bir düşünür olabilir; bir lider olabilir; bir bilim adamı olabilir; bir girişimci olabilir; bir sanatkar olabilir vs. vs. vs. Sorun şu ki, daha düne kadar beraber sohbet ettiğiniz ve görüşlerine bin türlü itirazlar getirdiğiniz kişinin fikirleri, bir-iki yıl sonra umum tarafından kabul görürse ve doğru olarak nitelenirse, siz "ben onun ne günlerini biliyorum" deyip kibir yaparsanız ya da herkese katılıp "o, benim arkadaşım; biz çok yakınız, ondan ben de çok istifade ettim" deyip tek adamcılık oyununa soyunursanız, yukarıda anlatılan çizgiden uzaklaşıyorsunuz demektir. Çünkü, ideal olan, hakkı "filanca dile getirdiği için" değil, kim dile getirirse getirsin "hakk olduğu için" kabul etmektir. Hem tek adamlaştırdığınız dostunuza siz de hayırhah olmayacaksanız kim olacak?

Yaşlı dünyamızın soluklarının homurtulara dönüştüğü şu günlerde, biraz olsun nefes almamız, hem şahsi dünyamızda hem de çevremize karşı bu çizgide hareket etmemize bağlı diye düşünüyorum. Yoksa, aynı hatalar çemberinde tekrar tekrar dolanacağız gibi gözüküyor.



Sunday, May 8, 2016

Allah'ın (CC) Zatı Hakkındaki Sorular Üzerine

Rasyonelleşme ile beraber nükseden ve imana yönelik bir "challenge" olan bir husus, aklın ürettiği sorulardır. Challenge kelimesi, Türkçe'de tam karşılığı olmadığı için aynen kullanıyorum. Mana olarak, hem fırsat hem de tehdit niteliği taşıyan bir zorluk. Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda insanların kafası, Allah hakkında sorulan sorulara cevap alınamaması nedeniyle bulanmıştır. Rasyonel sorulara rasyonel cevap ihtiyacı, her ne kadar başlangıçta hazır olmasa da, ilerleyen zamanla birlikte çeşitli dindar düşünürlerin gayretleriyle karşılanmıştır. Risale-i Nurlar'ın içeriğinin bir kısmı, bu soruları direk veya indirek olarak cevaplar.

Ne var ki, imana yönelik sorulara rasyonel cevaplar verilmesi, insanların iman dairesine girmesini gerektirmiyor. Çünkü insanlar, rasyonel oldukları kadar irrasyonel varlıklardır. Dünyaya yönelik heves veya sosyal koşullar vb. nedeniyle, doğru olduğunu bilseler bile insanlar aklın gereğini yerine getirmeyebilirler. Bırakın imanı, sağlık hususunda bile durum böyleyken, gözümüzle görmediğimiz hususlarda niye olmasın ki?

Hevesler ve sosyal koşullara ek olarak bir de akılla beraber gelen gücün neden olabildiği kibir hastalığı vardır. İnsanlar, aklî olarak sordukları soruları bir kibir savaşına dönüştürebilmektedirler. Böyle olunca da, eğer istedikleri cevaplar gelmezse, iman dünyasını "dogma yığını, çöl kanunu, esaret" gibi kelimelerle yaftalayabilmekte, veya, kendisine rasyonel cevap verilse bile onu kabullenmemek için "kaz çevirme" işlemlerine obsesif kompalsif bir dalış sergileyebilmektedir.

İnsanın aklî kibre yakalanmaması için veya aklını kullanarak yanlışa saplanmaması için önemli bir bilgi şudur: insan aklının ürettiği her soru veya önerme, rasyonel olmayabilir. Yani, aklın ürettiği her şey, aklî değildir. Diğer bir ifadeyle, deli olmasanız bile aklınız, doğru basamakları sıralayarak yanlış sonuç bulabilir. Örnek mi?

1=1
1x1=1x1
1x1-1x1=1x1-1x1
(1+1)(1-1)=1(1-1)
(1+1)=1
2=1

Alın aynı kaynaktan (Matematiksel Yanılgı) bir başka doğru (!):


\sqrt{-1} = \sqrt{-1}\Rightarrow 

\sqrt{\frac{1}{-1}}=\sqrt{\frac{-1}{1}}\Rightarrow

 \frac{\sqrt{1}}{\sqrt{-1}}=\frac{\sqrt{-1}}{\sqrt{1}}\Rightarrow

\sqrt{1}\times\sqrt{1}=\sqrt{-1}\times\sqrt{-1}\!\Rightarrow 

1=-1\!

Bir başkası da bu (fallacies in mathematics by E.A. Maxwell)

x=0
x(x-1)=0
x-1=0
x=1
1=0

Aynı eserde yazar, bütün üçgenlerin ikizkenar olduğunun veya bütün üçgenlerin diküçgen olduğunun da ispatını da koymuş. Bunlar, kandırmaca değil. E, peki kandırmaca değilse ne?

Kısaca, sistematik mantıksal çıkarımlardan oluşan matematiğin de bazı kuralları ve o kuralların sınırları var. Daha somut konuşmak gerekirse, bölme işlemi, sıfır sayısında tanımlı değil. Veya iki sayının çarpımının kökünün, o sayıların ayrı ayrı köklerinin çarpımına eşit olması, sadece reel sayılarda tanımlı. Dolayısıyla, her ne kadar mantıklı görünse de, yukarıdaki çıkarımlar, yanlış. Mantıklı ama yanlış!

Bu şu demek oluyor. Akıllı olmanın gereği, akıl makinesini nerede çalıştıracağını ve nerede durduracağını bilmektir. Yani aklın edebini takınmaktır. Bu, soru sormamak manasına gelmez. Sadece, aklımızın, kibirlenecek derecede herşeye gücü yetmediğini kabullenmesi demek.

Şimdi buraya kadar konuştuklarımızı, Allah'ın zatına yönelik sorular kapsamında uygulamaya sokalım. Aşağıdaki tarzda soruları duymuşsunuzdur:

- Allah kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi?
- Allah evreni yaratmadan önce ne yapıyordu?

Bir de bunlar gibi olmayan, daha masum sorular var:

- Allah'ın ihtiyacı yok ama, istese yemek yiyebilir mi?
- Allah her yerde ama istese tek bir yerde olabilir mi?
- Allah kendini yok edebilir mi?

Her ne kadar farklı gözükseler de, bu sorular aslında birbirinin aynısı. Neden mi? Nasıl ki herhangi bir sayının diğer bir sayıya eşitliği yukarıdaki gibi ispatlanabiliyor (!), ve bu sonsuz sayıdaki ispatlamalar aslında tek bir temel yanılgıya indirgenebiliyor (sıfıra bölünme), aynı şekilde, Allah'ın CC zatı hakkındaki bu ve daha başka sorular da birbirlerine denktir, çünkü hepsi tek bir yanılgıya indirgenebilir. Bunu göstermek için, kocaman bir HAŞA parantezinde aşağıdaki masalı dikkatlerinize sunuyorum.

Örneğin Allah'ın kaldıramayacağı taş sorusundan başlayalım. Bilindiği üzere kaldırmak için bir şeyin ağırlığı olması lazım. Ağırlık kavramı da, iki kütlenin (dünya ve diğer obje) birbirini çekmesi ile ortaya çıkar. Uzaya gittiğinizde, ağırlık sıfıra iner. Ağırlık sıfıra inince de, siz bile herhangi bir objeyi "kaldırabilirsiniz". Eğer Allah'ın kaldıramayacağı taşla ilgili düşünmeye başlarsak, otomatik olarak Allah'ın yerçekimine tabi olduğu ve dolayısıyla da O'nun bir kütleye sahip olduğunu kabul etmiş oluruz. Bu durumda da, haşa, "Allah kaç kilo" gibi başka bir soru ortaya çıkar. E, kütlesi varsa hangi maddeden yapıldığını da sırası gelmişken sormak lazım, değil mi! Ama durun durun. Kütleye sahip varlıklar ışık hızına çıkamaz. O zaman ışık Allah'tan hızlı mı? Eğer öyleyse, Allah kendinden hızlı bir şeyi yaratmış oluyor?!?!?! Ya bi saniye; Allah'ın hızı varsa, verilen t1 ve t2 zamanlarındaki konumunu kullanarak O'nun hızı hesaplanabilir. Ama o zaman da Allah her yerde olmamış oluyor; bir anda sadece bir yerde olmuş oluyor!?!? Bir de kara delikler var tabi! Işık bile kara delikten kaçamıyorsa, ve Allah da ışıktan yavaşsa, Allah'ın da kara delikten kaçamaması lazım. O zaman Allah, kendinden güçlü bir varlık yaratmış oluyor!?!?!?!? Hem eğer Allah'ın kütlesi sonsuz ise, onu yutan kara deliğin kütlesi de sonsuza çıkar ve bütün evreni yutar; böyle bir durum olmadığına göre, Allah'ın kütlesi sonsuz değil. Neden sonlu?

Bu masalı uzatabilirsiniz. Fakat sonuç değişmiyor. Bu sorulardan herhangi birisi, otomatik olarak diğerlerine bağlanıyor. Yani "mantıklı" düşünürseniz, bu mantık silsilesi sizi saçmalatıyor. Bundan kurtulmak için, inandığınız ilahın nasıl bir tanrı olduğunu baştan bilmeniz gerekiyor. Eğer O, bütün sıfatları sonsuz olan bir varlıksa, bizim O'nun zâtı (kendisi) hakkında üreteceğimiz sorular ve önermeler, sıfıra bölme yanılgısına denk oluyor; yani yanlış. Bunun nedeni, O'nun, bizim kavramlarımızla açıklanamayacak olmasındandır. Bununla beraber Allah CC, Kendisini tanımamız ve ona yönelmemiz için bize Kendisi hakkında aklî tarifler bildirmiştir. Bu tarifler, muhatabın, yani bizim, anlayış dünyamıza göre yapılmıştır.

"Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir, herşeyden haberdardır." (Enam 103)

Bu noktada yine matematikteki bir teorinin yardımıyla kendi kendimize bir uzaktan bakış çekelim. Gödel'in incompleteness ve inconsistency (eksiklik ve tutarsızlık) teoremine göre, verilen bir sistem aynı anda hem compelete hem de consistent olamıyor. Yani eğer her şeyi açıklayabilen (completeness) bir sistem ortaya koyarsanız, bu sistem, kendi içinde tenakuza düşecektir (inconsistency). Yani aynı şey hakkında iki veya daha fazla öngörü ortaya çıkacaktır. Allah, herşeyi yaratan olduğu için (completeness), O'nu anlamaya yönelik, yani O'nun zatına yönelik, soru ve açıklamalar, kendi içinde zıtlık (incosistency) ortaya koyacaktır; yukarıda gördüğümüz gibi. Allah aynı anda hem sonsuz hem sonlu olmaz. Bu O'nun acziyeti değil, bizim sonlu aklımızın sonsuzluğa bölümünden kaynaklanan bir "fatal error"dur. Öte yandan, eğer Allah hakkındaki her şeyi tenakuza düşmeden (consistency) açıklayabiliyor olsaydık, yine aynı matematiksel teoreme göre, böyle bir Allah, her şeyi yaratan ve sonsuz sıfatları olan biri olamazdı (incompleteness).

Peki madem böyle, neden Allah hakkındaki sorularımız sürekli devam ediyor? Bunun altında, insan Allah'ı bulsun diye içine konmuş hisler yatar. Bu hisler, Allah'ı arar, ona aidiyet geliştirmek ister. Fakat aidiyet geliştirmek için kendimiz gibi bir varlık isteriz. Bundan dolayı da O'nu, kendi dünyamızda şekillenen sorular ve düşüncelerle algılamaya çalışırız. Fakat aslında o nokta, anlamaya çalışmayı bırakıp beraberliğin tadını çıkarmamız gereken noktadır.


Sunday, April 24, 2016

İman Hizmetinde Yeni Teknoloji İhtiyacı


İnsanın davranışlarının ve güdülerinin arkasındaki üç temel kuvvet olarak şehvet, akıl ve öfke sıralanır. Daha meşhur ifadesiyle akıl-kalp-beden, ya da teknik ifadesiyle kuvve-i şeheviyye, kuvve-i akliyye ve kuvve-i gadabiyye. İnsan benliğinin temelindeki bu kaynaklar, aynı zamanda medeniyet ve kültür bağlamında da her şeyin kaynağında yer alır. Peygamberlerin hayat hikeyeleriyle temsil edilen ilâhî terbiye, bu üç kuvvetin öncelikle keşfi, helal yola kanalize edilip o yönde tatmin edilmesini hedefler. Yine ilâhî terbiye, bu kuvvetlerin aşırılaşmaması için de sınır olarak kişinin kendi ve toplumsal faydasını kriter olarak alır. Burada faydadan kasıt, sadece dünya mutluluğu değil ahiretteki mutluluk da dahil. Bunların iman hizmetiyle alakası ise aslında gayet basittir: mesela karnı aç olan kişinin fıtri ihtiyaçları, onun iradesini zora sokar, dolayısıyla da inandıklarını hayata geçirmekte zorlanır, hatta başarısız olabilir. Bu durumun oluşturacağı suçluluk duygusu da onu iman dünyasından uzaklaştırır. O zaman, iman hizmetinin önemli ayaklarından biri, insanın fıtri ihtiyaçlarının helal yoldan karşılanması olmalıdır.

Yukarıda bahsedilen bağlamdaki ihtiyaçların analizine geçmeden önce iman hizmeti kavramını ortaya atan Bediüzzaman Hazretleri'nin tarih sahnesine çıktığı zamanki ihtiyaçlara göz atalım. 1800'lerin sonları 1900'lerin başları itibariyle Müslümanların maddi olarak yokluk çekmeleri söz konusuydu ama bu, onların iman dünyalarındaki bir sorundan değil, sürekli savaş halinde olmalarından dolayıydı. Kader bağlamında bu ikisi arasında bir ilişki söz konusu olabilir, ki Üstad'ın bir rüyasında âlî bir mecliste verdiği cevaplar bu mahiyettedir. Fakat, bizler kader açısından değil kendi iradelerimiz açısından hadiseye bakıyoruz. Dolayısıyla kuvve-i gadabiyyenin tatmini noktasında bir açlık söz konusu olmakla birlikte imanla dolaylı olarak bir bağlantı söz konusudur.

İkinci olarak kuvve-i şeheviyyenin tatmini noktasında da ahlâkî açıdan bazı çöküntüler olmakla birlikte bunlar yine imanla direk değil dolaylı olarak alakalıdır. Fakat aklî açıdan, modern bilim ve felsefenin bulguları ve beraberinde getirdiği sorular, insanların kafalarını bulandırmakta ve imanı direk olarak tehdit etmektedir. Bu yüzden de bahsedilen devrin iman hizmetinin birinci ve olmazsa olmaz odağı, imanın akla yaklaştırılması ve rasyonel olarak izah edilmesidir. Ki Üstad'ın yaptığı da tam olarak budur. Böylece imanî açıdan aklı tatmin olan insanlar, diğer açılardan da bir ıslah yoluna girer, Allah'ın hidayetiyle.

Günümüze geldiğimizde ise öncelikle cevaplanması gereken bir soru vardır: İmanı tehdit eden şey(ler), bilim ve felsefe kökenli midir, yoksa başka mı? Eğer birincisiyse, bunun ilacı olarak gerekenler, esas olarak Risale-i Nur'larda ve başka eserlerde mevcuttur. Bunların okunup anlaşılması veya insanlara anlatılması meseleyi çözecektir. Fakat eğer imanı tehdit eden faktörler bilim-felsefe haricindeyse, geçen yüzyılın sorunlarını çözen ilaçlar, bizim hastalıklarımıza karşı yetersiz kalacaktır.

Ahir zamandaki biyolojik hastalıklar bile kendilerini sürekli değiştiriyorlar, geliştiriyorlar (grip, aids, kanser). Hâl böyleyken, manevi ve imani hastalıkların hiç değişmediğini zannetmek saflık olur. Hele ki bahsedilen zaman süresi 100 yıl ise. O zaman, bir ihtiyaç analizinin yapılması gerekmektedir. Burada benim sunacağım, böyle bir analizin neticesidir. Benzer başka analizler de ve başka sonuçlar da elbette mümkündür. Problem ve ihtiyaçların tespitine yönelik gayretler, öncelikli ihtiyaçtır.

İlk olarak kuvve-i akliyye açısından bu devirdeki ihtiyaçlar ne olabilir, ona bakalım. Bu devirde artık insanlar, felsefik sorularla birinci dereceden ilgili değiller. Bir kaç cümleyi aşan yazılar (mesela bu yazı), okunabilme sınırını aşmış oluyor. İnsanlar 5-10 saniyeden fazla düşünmeye odaklanamıyor. Hazcılık tabir edilen, anı yaşamak ve "üzümü yiyip bağını sormamak" söz konusudur. Tüketim psikolojisi içerisinde imana dair değerler bile, tüketim malzemesine dönüşmektedir. İbadetler, robotik hareketlere hapsolmakta, inançlarla amellerin arası giderek açılmakta, "ne orada ne burada saf tutmamak, rüzgar nereden eserse oradan görünmek" şeklinde bir boşvermişlik ve bir taklitçilik göze çarpmaktadır. Bütün bunlar da, insanların akıldan istifası ve hayvanlaşması demektir. Bir insanın imanının makbul olması ve daha da önce, onun imanla mes'ul olması için, o insanın akıl sahibi olması gerekir. Akıl sahibi olup aklı kullanmamak ile akıl sahibi olmamak arasında çok fark olmadığına göre ve birincisi bizzat Kuran tarafından yerildiğine göre, iman hizmetinin akıl ayağında, insanların akıl sahibi olduklarını hatırlamaları ve onu kullanmalarının sağlanması olmalıdır. Aktif bir akla, imanı teklif edebilirsiniz, ama aktif olmayan bir akıl için böyle bir teklif manasızdır.

İkinci olarak kuvve-i gadabiyye açısından, kuvvetlinin haklı değil, haklının kuvvetli olduğu bir toplum idealdir. Kuvvet, hakkın emrine verildiğinde, adalet sağlanır ve medeniyet adına bildiğimiz bütün değerler yeşerir. Demokrasi ve temel hürriyetler de, aynı temele dayanır. Bunun olması için pekiyi ne yapılabilir? Her insan entelektüel olmadığı ve aklî izahatlardan anlayamayacağına göre daha başka yollar düşünmek gerek. Bu noktada bir çözüm, sanatlara yönelmektir. Sanat, insandaki hürriyet duygusunu kamçılayan bir olgudur. Aynı zamanda insanın, ilahî sanatı takdir etmesi için de tefekkür malzemesidir. Sanat, kuvvetin terbiye edilmesi suretiyle maddeye şekil verilmesi ve oradan da sonsuzluğa pencere açılmasıdır. Sanattan mahrumiyet ise, karnını doyurup hayatta kalma odaklı bir sürü hayatıdır. İnsanların, imanla bağdaşmayacak işlere bulaşıp hem kendilerini hem de başkalarını iman dünyasından uzaklaştırmamaları için sanatla ilgilenmeleri hayatidir. Bunu yaparken de birilerine beğendirme, yarışmalara girme gibi meselenin ruhunu kaçıran ve insanı hür düşünceden uzaklaştıran dış etkenlerden uzak durmak gerekir. Klasik ifadesiyle, "toplum için yapılan sanat", "sanat için yapılan sanat" temeli üzerinde yükselen bir binadır. Özetle, iman hizmetinin kuvve-i gadabiyye ayağında, sanata yönelme olmalıdır.

Son olarak kuvve-i şeheviyye açısından, öncelikle şehvetin ne olduğunun doğru anlaşılması gerekir. Şehvet deyince sadece ve sadece cinsellik anlaşılması, bu kavrama karşı bir edebsizliktir. Şehvet, cinsellik de dahil olmak üzere, sevginin bütün çeşitlerini kapsayan cevheri ifade eder. Arkadaşlar arasındaki sevgiden tutun bir anne ile çocukları arasındaki sevgiye, toplumun fertleri arasındaki sevgiden tutun doğaya karşı duyulan sevgiye kadar çok geniş bir spektrumu kapsar, şehvet. Hatta, eşler arasında da, tek ilişki cinsel değildir. Bunu da içerecek şekilde karı-koca arasındaki ilişki, farklı zamanlarda farklı sevgi burçlarında seyahat edebilir.

Şimdi bu bağlamda tekrar düşünelim. Önce problem tespiti! Şehvet kelimesinin tek manaya indirgenmesinde olduğu gibi şehvetin helal yoldan tatmini ve imana uygun bir zemine kanalize edilmesi için de tek reçete bilinir: evlilik. Bu, yanlış olmamakla birlikte eksik bir reçetedir. Çünkü, şehvetin ve evlilik kavramlarının sadece tek yönü hedeflenmektedir: cinsellik. Herkesin ezberine girmiş bu ihtiyaç-reçete ikilisi de, dejenerasyon fırtınasından nasipsiz kalmamıştır. Yapılan evlilikler, giderek daha fazla oranda boşanma ile sonuçlanmakta, süren evliliklerde eşlerin mutluluğu ve huzuru giderek azalmakta, yeni yetişen nesillerde evlenme yaşı ortalaması giderek yükselmekte. Kısaca, şehvet hususunda tek çözüm diye lanse edilen evlilik bile, etkinliğini yitirmekte. Bununla beraber, cinsellik hususunda kültürel olgularla dini olgular birbirine karıştırılmakta ve insanlar, bu konudaki tabularının kurbanı olmakta:

  • Dindar insanların cinsel isteklerden arınmış olması gerektiği tabusu, 
  • Bir bayan veya erkeğin görünümü (kılık-kıyafet-davranış) nasıl olursa olsun, eğer eşin değilse, ona karşı cinsel hisler beslememen gerektiği tabusu, 
  • Toplum için önder konumundaki insanların (sanatçı, düşünür, politikacı, din adamı, vs.) cinsel arzulardan arınmış olması gerektiği tabusu, 
  • Cinselliğin kamil insan ve kamil imanla bir alakasının olmadığı ve dolayısıyla din büyüklerinin hayatlarındaki bir takım hadiselerin sadece ve sadece mecburen ve/veya kerhen gerçekleştiği tabusu
  • ...

Bu liste uzatılabilir. Fakat insanlar kabul etse de etmese de, bu durumdan kaynaklanan hem psikolojik hem sosyolojik hem de fizyolojik problemlerle karşı karşıyadırlar. Bunların çözümü adına da kendilerini sorgulamak veya davranış değişikliğine gitmek gibi bir halleri de görünmüyor. Günümüzdeki bilumum medya da, bu durumun farkedilmemesi ve imanla zıt hallerin normalleşmesine katkıda bulunuyor. "Normal haramlar" gibi bir kavramla içiçe yaşıyoruz. Fazla uzatmadan asıl konuya dönersek, şehvet kavramından anladığımız tek manayı rayına oturtma hususunda bile sınıfta kalıyoruz. O zaman n'apacağız?

Öncelikle, şehvetin farklı yönleri olduğunun kabul edilmesi ve en çok ihmale gelen iki yönünün acilen takviye edilmesi gerekir. İnsanlar giderek doğadan ve doğa sevgisinden uzaklaşmakta, ki bu onların tefekkür ve sanat dünyalarını da baltalamakta. Birinci olarak, insanların tekrar doğayla buluşması sağlanmalıdır. İkinci olarak da evliliklerin başarılı olması ve eşler için tatminkar olmasının yolları bulunmalıdır. Özetle, iman hizmetinin kuvve-i şeheviye ayağında, insanın doğayla buluşması ve evlilik müessesesinin ikamesi yer almalıdır.

Son olarak tekrar belirtmek isterim ki burada sıraladıklarım, kendi tecrübelerim doğrultusunda düşünce dünyamda şekillenenler. Bunlar eleştiriye açıktır ve başka düşünceler de üretilebilir. Birbirimize karşı hayırhah olmanın gereği de, öncelikle böyle düşünce ve amel gayretlerinde bulunmak ve sonra bu tip başka gayretlere destek olmaktır.

Sunday, March 6, 2016

Hikaye-i Nur

Eşya ve hadiselerin üç farklı yüzünü ve varlığın sürekli teşkili, tağyiri, tanzimine şuurlu bir şahit olan insanın vazifesini derk etmek istersen, şu seyahat-i hayaliyeye beraber çıkalım.

İşte deniz kıyısında yavaş yavaş yürüyoruz… Bir yanda martıların rüzgârla süzülüşünü ve alçalıp sudan balık avlamasını temaşa ediyoruz, bir yandan da balık tutmak için saatlerce durduğu yerde duran ve oltasına takılacak balıkları intizar eden insanların yanından geçiyoruz. Namaz kılarken ayakta durma süresi 2 dakikaya ulaşınca uflayıp puflamaya başlayan bizlerin başka hususlarda nasıl da sabırlı davranabildiğini görüp kendi kendimize tuzlu bir fatura çıkarıyoruz. Daha sonra ileride, temel bazı egzersiz ve esneme hareketlerini yapan birini görüyoruz. Yaptığı işe olabildiğince konsantre olmuş ve etrafındakilerden soyutlanmış gibi bir hali var. Bu kişi, az yakınındaki, belediye tarafından dikilmiş ve genellikle kilo vermek isteyenlerin kullandığı aletler yerine sadece kendi vücudu ile çalışıyor ve kilo vermek gibi bir ihtiyacı da görünmüyor. Bu kişiyle kısaca muhabbet etmek için yaklaşıyoruz. Karşılıklı selamlaşmadan sonra:

- Sporu düzenli yapıyorsunuz galiba! Sağlıklı olmak için şart, değil mi?

- Elimden geldiğince düzenli yapmaya çalışıyorum. Ama sadece sağlıklı bir vücut için değil.

- Başka ne faydaları var?

- Düzenli olarak yapılan spor, aynı zamanda hafızayı da canlı tutar. Böylece Kuran ezberlememe yardımcı oluyor. Ayrıca spor, yenilikçi bir zihnin fizyolojik alt yapısını oluşturur. Orijinal fikirler yakalamak, sıra dışı gözlem ve tespitler yapabilmek için de spor gerekli. İnsanın Allah’a şükrüne ve O’nu tesbihine sekte vuran ülfet bulutlarını dağıtmanın etkili bir yolu bu. Mesela Allah’ın Rabbaniyetini, Mükemmil ve Münazzım oluşunu, Kadim ve Mukim isimlerini sözlük manasının ötesinde hissetmenin bir yolu, tek ayak üstünde, farklı pozisyonlarda denge sağlamaya çalışmaktır. Gitgide daha zor pozisyonlarda ve daha uzun sürelerde denge sağlayarak, Allah’ın sizin vücudunuza koyduğu çekirdekleri yeşertmesini, ve onları mükemmelleştirmesini an be an gözlemlersiniz. Böylece, akıl almaz alemlerde dengenin kurulmasının ne kadar hayretengiz olduğunu, bu işlerde tecellilere mazhar olan her bir hücrenizle tadarsınız.

Bu kişiyi Rabb’iyle baş başa bırakıp yolumuza devam ediyoruz. İlerilerde denize nazır bir pastanede oturup, bir çay ve biraz da tatlı söylüyoruz. Duvarda asılı olan sulu boya çalışmaları dikkatimizi çekiyor. Biraz sonra çayımızı getiren kişiye teşekkür ettikten sonra sohbete başlıyoruz.

- Duvardaki resimler çok enteresan. Nereden satın aldınız?

- Satın alma değil onlar. Şahsi çalışmam. Bu pastanede çalışan herkesin sanatsal bir uğraşı da vardır. Fonda çalan müzik de, mesela, diğer çalışanların kendi kayıtları. Sandalyelere dikkat ederseniz, hiç birinin üstündeki oymalar aynı değil. Her birisi, yine bir arkadaşımızın el emeği. Yere döşenmiş karoların üstündeki desenler de aynı şekilde tek tek uğraşıldı ve hiç biri diğerlerinin aynı değil.

Bu sözleri duyunca, bir yandan böyle ender ve nazik bir ortamda bulunmanın hayretini zevk ediyor bir yandan da bu sanat eserlerinin üstüne bastığımız ve oturduğumuz için utanıyoruz.

- Bir sergi açsanız ya da bunları ticarileştirseniz çok karlı olurdu sizin için!

- Belki! Ama bunları yaparken bizim gayemiz, ticari bir iş yapmak değil veya birilerine bir şeyleri ispat etmek değil. Bize hediye edilen kabiliyetlerin yeşermesi ve meyve vermesi, o kabiliyetlerin asıl sahibini memnun edeceği için yapıyoruz. Bu eserlere bakanlar, o sanatların tabiattaki asıllarına yönelsinler ve bizim de yaratıcımız olan asıl Sanatkârı takdir etsinler diye yapıyoruz. Ve biz, bu sanatları yaparken, kendi Sanatkarımızın sanat icra etmesini hisseder gibi oluyoruz.

Bu sözlerin ardından kısa bir gülümseme ile bu kişi bizi ikramlarımızla baş başa bırakıyor. Önüne konan yemek karşısında ağzını açmaktan bile aciz bir bebek gibi kalakalıyoruz. Korka korka ağıza götürülen bir lokmadan sonra gözümüz dışarıda bekleyen kamyonete takılıyor. Arkasındaki çimento ve karo taşlarına bakılırsa bir tadilat için oradalar. Etrafta tadilat gerektiren bir şeyde görünmediğinden yine sorma ihtiyacı hissediyoruz.

- Bakar mısınız? Bu kamyonetteki malzemeler ne için?

- Pastanemizin bir kısmı yıkılıp, onun yerine, başka bir kısmına ek yapılacak?

- Niye ki? Burada kötü veya eksik olan bir şey göremiyorum, ben!

- Zaten kötü veya eksik olduğu için değil. Bu pastanenin kurulu olduğu alan miktarı sabit, ama konumu sabit değil. Bir tarafı yıkılıp başka bir tarafına ekleme yapma sureti ile etrafındaki bahçe içerisinde her sene yavaş yavaş kaydırılır. 50 senelik bir devir süresi var. Yani ancak bundan 50 sene sonraki müşterilerimiz aynı yerde misafir olabilecekler. Ama onlar da aynı pastaneyi bulamayacak, çünkü içindeki karolardaki sanatlar farklılaşmış olacak, çalınan müzikler değişmiş olacak!

Verilen bu açıklama karşısında bir kere daha afallıyoruz. Ama bir soru hala cevapsız bir şekilde kafamızda yankılanıyor:

- Ama neden?

- Çünkü biz, yaptığımız eserlerin sabit kalması ile insanların gözünde bir perdeye dönüşmekten korkarız. Hem biz, yaptığımız eserlere karşı insanların duydukları hayranlığa saplanıp kalmaktan da korkarız.

- Bu kadar hassasiyet tamam da, peki bunun maddi karşılığı nereden geliyor?

- Bu pastane, sadece bir pastane değil. Aynı zamanda bir müze, bir konser salonu ve bir model vazifesi de görüyor. Sürekli buranın fotoğrafları çekiliyor ve dergilerde, kitaplarda yayınlanıyor. Burası bir rehabilitasyon merkezi vazifesi de görüyor, hastaneler düzenli olarak burayı kullanıyorlar. Bunların haricinde, bir de bu projeyi destekleyenlerin bağışları var.

- Ne yani? İnsanlar ertesi sene yıkılıp gidecek bir şey için mi bağış yapıyor?

- İnsanlar, yıkılıp gitmesi kat’i olan ve kendilerinin ne kadar yaşayacağı belli olmayan bu dünya hayatı için onca yatırımı yaparken, böyle ihlas eksenli ve sonsuzluk istikametli bir projeye birilerinin yatırım yapması niye garibinize gidiyor ki?

Orada öylece kalakalıyoruz. Sanki beynimizin içi aynı anda hem soğuktan donuyor hem de sıcaktan kaynıyormuşçasına garip bir hale bürünüyoruz. O sırada, bizimle ilgilenen kişi birkaç adım atıp, kısıkça bir sesle bir çay daha getirilmesini iletiyor mutfağa. Fakat o kısık ses, her yerde yankılanıyor. İçerisinin akustik dizaynı, bir kez daha bizi hayret dalgalarına gark ediyor. Fakat o da ne, hemen yanı başımızdaki duvarda bir pencere aralanıyor ve oracıktan sıcak bir çay uzatılıyor. O pencere tekrar kapandığında, içimizi bir korku kaplıyor. Acaba biz deliriyor muyuz, yoksa burada bir oyun mu çevriliyor?

Sorgulayan bakışlarımızı, az önce bizimle ilgilenen kişiye çevirecekken onun artık yanımızda durmadığını fark ediyoruz. Fondaki müziğin sesi de yavaş yavaş kısılıyor. Dışarıya nasıl da sessizce gelip park etmiş olan kamyonet aniden büyük bir homurtuyla hareket ediyor. Derken önümüze küçük bir tabakta fatura kâğıdı konuyor. İçimizdeki şüpheci hislerin az önceki eşsiz dünyayı değiştirmiş olması ihtimali ve bundan doğan suçluluk duygusundan kurtulamıyoruz.

Çabucak ödemeyi yapıp dışarı çıkıyoruz. Yeterince uzaklaşınca geri dönüp orayı incelemek için seri adımlarla ilerideki otobüs durağına yöneliyoruz. Bir yandan da acaba oraya tekrar gitsek aynı orijinal tecrübe bizi kuşatır mı yoksa son anda dışa vurduğumuz şüpheci bakışlar peşimizi takip eder mi diye de düşünmeden edemiyoruz. Otobüs durağına geldiğimizde çaktırmadan süzmeye başlıyoruz, o pastaneyi. Az önce hayalimizden fışkıran “acaba bir halüsinasyon mu gördüm, acaba hala orada mıdır” endişeleri kayboluyor. Hala orada!

Derken otobüs durağının camına yapıştırılmış bir seminer ilanına takılıyor gözümüz: “Matematik icad mı ediliyor yoksa keşif mi ediliyor?” Posterde, pi ve e sayılarının ve altın oranın doğadaki uygulamalarına örnekler sergileniyor. Sanki diyorlar ki matematik zaten var olan bir düzenin insanlar tarafından keşfinden ibaret. Aynen, pastanedeki sanatların, doğada zaten var olan güzelliklerin keşfinden ibaret olması gibi! İçimizi bir sevinç kaplıyor. Projeye bağışta bulunmak için tekrar pastaneye yöneliyoruz…

İçeri girerken, kapının hemen yanı başına hat sanatı ile nakşedilmiş olan şu satırlar dikkatimizi çekiyor:


“Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki: Acib bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizâmından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar…”